© Alevi Haberler

İmdat Demir yazdı: Yörük Alevi duasının epistemik terbiyesi

Şair, sosyolog, yazar, aykırı, seyyah, tabiat sever, huysuz, feylosof, dalgacı, teopolitikolog, analist, iletişim bilimci, yönetim danışmanı, siyaset sosyoloğu, e-devlet danışmanı, reklamcı, film yönetmeni, senarist, fotoğrafçı, araştırmacı, eleştirmen…. ve en önemlisi Saliha Belemir’in babası… İmdat Demir, bir yörük Alevi duasından yola çıkarak var oluşu sorgulayan, yol gösterici bir makale kaleme aldı. Kendisinin de izniyle okurlarımızla paylaşıyoruz.

ÖZET

Metin, Yörük Alevî duasındaki “kalırsa bana ver” ilkesini Heterobilim Okulu’nun epistemik ve etik düşünce alanında konumlandırır. Dua, insanı merkeze alan modern arzuyu reddeder; önce dağın, suyun, hayvanın, ormanın ve komşunun hakkını teslim eden bir varlık sıralaması kurar. Bu sıralama merhamet değil, kozmik adalet talebidir. Heterobilim Okulu bu anlayışı romantize etmeden, dogmatik değil irfanî bir tanıklık olarak okur. Modern bilginin doğayı tahakküm altına alan mülkiyet diline karşı bu dua, insanın kendini son sıraya koyarak arzuyu disipline etmesini ve “meşru pay”ı beklemesini öğretir. İnsan ne Tanrı’nın vekili ne de doğa üzerinde mutlak güç sahibidir; sadece emaneti taşıyan tanıktır. Bu tanıklık edilgen değil, sorumluluk yüklenen bir etik duruştur. Dua, Heterobilim’in eş-mevcudiyet dediği varlık denklemini doğrular: insan doğanın üstünde ya da altında değil, yanında yer alır. Kapanış olarak metin, Yörük duasının folklorik bir kalıntı değil; geleceğe bırakılmış bir varlık protokolü olduğunu vurgular. Heterobilim, gürültülü bilgi yerine sessiz adaleti, sahiplik yerine emaneti, arzu yerine payın sırasını hatırlatır.

Taşın Önüne Geçmeyen İnsan: Edep, İrfan ve Epistemik Ahlâk

Bir Yörük Alevî duasında saklı olan o derin ses, Anadolu’nun dağ rüzgârlarının, kır çiçeklerinin, suyun kıpırtısının, keçi tırnağının kayaya sürtünüşünün hafızasında saklıdır; insan, dua ederken önce kendini değil taşın hakkını düşünüyorsa, orada yüksek ahlâk yalnızca bir öğreti değil bir varlık terbiyesidir. “Allah’ım önce dağa taşa ver, ormana hayvanlara suya; sonra insanlığa, komşuya, muhtâca, kalırsa bana ver.” Bu cümledeki mütevazı ağırlık, bir insanın alnından önce taşın hakkını gözeten bir ruh hâlidir. Modern zaman, insanı merkeze alıp her şeyi onun iştahının uzantısına dönüştüren o arsız bilişin içinden bakarken bu dua bir tokattır, nezâket tokadı; şiddet değil, ama haddini hatırlatan, insan denen zavallı türün Tanrı’nın dengesinde yalnızca bir misafir olduğunu yeniden fısıldayan kadim bir irfan. Anadolu Alevîliğinin bu dua içinde açtığı tahayyül, doğayı romantize eden şehirli estetiğin çok ötesindedir; bu bir ekolojik bilinç değildir, bu, varlığın her katmanının “can” olarak kabul edildiği, taşın bile adalet içinde pay sahipliği bulunduğu bir varlık düzenidir. Yörüğün dağa seslenişi bir niyazdır; dağ onun yurdudur, ama mülkü değildir. Taş onun gölgesidir, ama malı değildir. Orman onun nefesidir, ama tarlasının eklentisi değildir. Hayvan onun yol arkadaşıdır, ama tüketim kalemi değildir. Su onun hakkıdır, ama önce ağacın, önce kuşun, önce toprağın hakkıdır. İşte bu sıralama, “kalırsa bana” diyerek biten o ilâhî terbiyenin en yüksek biçimi. Nefsine yaptığı kasıtlı geciktirme, insanın kendine içinden vurduğu fren; hevesi dizginleyen, arzuyu gölgeleyen, insanı haddine çağıran sükût eğitimi.

Dağ dediğimiz şey yalnızca coğrafi bir kütle değil; Yörük için dağ, Tanrı’nın ciddiyetidir. Dağ, sözün veznidir, ağırlığıdır, insana eşik tutan sessizliktir. Alevî nefesinde dağ, yalnızlık değil, sığınak bile değildir; dağ bir şahittir, doğanın içinde insana karşı değil, insanla birlikte duran o sessiz adalet tasavvuru. Taşa gelince taş, yeryüzünün ilk hafızasıdır; toprağın çekirdeği, göçlerin anası, mezarların saklayıcısı, çocukların dizini kanatan, çobanın değneğini sürten, eşiğe konulan o ağır, suskun hakikatin işareti. Taş, konuşmaz; ama taşın konuşmaması bile bir hüccettir, bir ölçüdür. İnsan konuşur, taş susar ama hakikat susana daha yakındır.

Duanın “ormana” diye açılan kısmı, yalnızca ağaçlara değil, gölgeye, rüzgârın salınımına, her nefiste yankılanan toprağın derin muhabbetine dair bir tanıklıktır. Orman, Yörük için mekân değil, mekânın ruhudur; ağaç yalnızca kereste değildir, gövdesinde kuşun yuvasını saklayan, gölgesinde otçulun merâsını koruyan, köklerinde suyun aklını tutan bir canlı varlıktır. Şehirli zihnin metalaştırdığı ağaç, Yörük dilinde canlı bir şahsiyettir; ağacın bir adı vardır, rengi vardır, edası vardır, sabrı vardır. Orman, modern mülkiyet haritalarının satılabilir metrekarelerinden ibaret değildir; orman Tanrı’nın cemâlidir; kışın sertliğinde celâli, yazın cömertliğinde merhametidir.

Hayvana uzanan niyaz, Alevî kozmolojisinde en kırılgan, en ince yerlerden biridir; çünkü hayvan yalnızca kurban olarak anılmadığı, aynı zamanda yol arkadaşı, yük taşıyan, süt veren, iz sürerek yön gösteren, gece konaklamada bekçilik eden sırdaş bir candır. Yörük, keçinin gözlerine bakarken onda yalnızca protein görmez; onda kader görür, emek görür, sabır görür, hayat görür. Bu yüzden dua, hayvanı insanla eşitler; hatta önce onun hakkını gözetir. Kapitalist tüketim zincirinin ruhsuzlaştırdığı et parçalarının arkasında bu dua, canlıların sessiz nefesini duyurmaya devam eder.

Suya gelince, o duru kelime “su” bile Alevî nefesinde bir zikirdir. “Su gibi aziz ol” der Anadolu; çünkü su, varlığın ilk tanığıdır; göçebenin yurdundan önce bulduğu, ateşten önce kıvılcımı söndüren, çocuğun kundağını ıslatan, meranın çiçeğine can veren, toprağı hücre hücre uyandıran bir tanıklıktır. Bu yüzden dua, suyu insanla eşit bir sırada değil, insanın önüne koyar. Çünkü su olmadan insanın arzusu da, duası da, talebi de çürür. Yörük, suyu tüketmez; suya yaklaşır. Suyun yanına çadır kurmaz, çünkü suyun da hakkı vardır. Kirpi diliyle ifade edeyim: suyun uzağında durmak, suyun mahremiyetine saygıdır. Şehirli zihnin plastik şişelere hapsettiği su, burada Tanrı’nın nefesidir.

İnsanlığa sıra geldiğinde dua hâlâ sakindir, çünkü insan türüne duyulan güven ve güvensizlik aynı anda taşınır. İnsanlık, bu duasının listesinde dahi taş, su, hayvan ve ormandan sonra gelir. Bu sadece tevazu değil, aynı zamanda bir itiraf. İnsan, yeryüzünün en çok zarar veren, en çok tüketen, en çok hüküm kuran varlığıdır. Bu yüzden dua onu geciktirir; önce varlığın masum bileşenlerini doyurur, sonra ona sırayı verir. Bu, ilahî adalet değil, ilahî nezâkettir. İnsan, kendini öncelemeyi bıraktığında insan olur; kendini listenin sonuna koyabildiği zaman içinden kir, kibir ve mülkiyet hastalığı askıya alınır.

“Kapı komşusu” meselesi ise Alevî irfanının toplumsal ahlâk kodlarının özüdür. Komşu, yalnızca mekânsal yakınlık değil, gönül yakınlığıdır. Bir lokma paylaşmak, bir tas ayran uzatmak, çadırın ucunu rüzgârdan yana kapatmak, gece ateş sönerse közünü onunla paylaşmak demektir. Yörük yaşamında komşu, yalnızca bir kişi değildir; komşu bazen dağdır, bazen dere, bazen keçi, bazen gökyüzüdür. Alevî nefesinde komşuluk, varlıkla sözleşmedir. Komşu, evinin yanındaki insan değil, kaderinin yanındaki candır. Alevî sofrasında komşu açsa sen tok olamazsın; komşu üşürse sen uyuyamazsın. Dua bu yüzden komşuyu en kritik sıraya yerleştirir; çünkü komşunun hakkı Tanrı’nın nezâket defterine kaydedilmiştir.

“Muhtâç olana” geldiğimizde mesele artık bir merhamet gösterisi değil, adalet meselesidir. Muhtaç olan, yoksul olduğu için değil; hak edilmiş pay kendisine ulaşmadığı için oradadır. Bu yüzden dua, muhtaç olanı merhametin nesnesi yapmaz; ona pay talep eder. Alevî edebinde muhtaç, acınacak değil, hakkı teslim edilecek kişidir. Dilencilik değil, adalet vardır. Bu dua, toplumsal sadakanın değil, varlık adaletinin duasıdır.

Ve nihayet “kalırsa bana ver” dendiğinde, dua en yüksek noktasına ulaşır. Çünkü insan, burada kendini unutmaz; ama kendini öncelemez. Nefsi terk değil, nefsin şımarıklığını dizginleyen bir erteleme ahlâkıdır bu. Kalırsa bana; yani Tanrı’nın lütfu taşın, suyun, hayvanın ve komşunun hesabını gördükten sonra artık içimdeki insan payına sırayı getirirse, ben de memnun olurum. Bu cümle bir yoksunluk değil, bir doygunluk hâlidir. Kendine tok olanın duasıdır. İştahı dizginleyen bir ruh terbiyesi.

İşte burada Anadolu irfanının gerçek yüzü açığa çıkar. Anadolu, yalnızca minarelerin gölgesinde yaşayan bir inanç coğrafyası değildir; Anadolu, çobanın gök kubbeyle yaptığı anlaşma, dağın yalnızlığını okşayan türkü, suyun yüzüne düşen ay ışığıdır. Anadolu Alevîliğinin duası, İslâm’ın derinliklerinde uzun zaman önce unutulan bir hakkaniyet sırasını hatırlatır. İnsan merkezciliğin narsistik büyümesine karşı bir direniş, varlık düzeninin terbiyesine boyun eğen bir teslimiyet.

Bu dua, ekolojik manifestoların yapay retoriğiyle değil, tabiatın içinde yaşayan bir bilincin saklanmamış kelimeleriyle kurulur. Hiçbir süsü yoktur, hiçbir iddiası yoktur, hiçbir gösterişi yoktur. Gösterişsizliğin yüksekliğine alışık olmayan modern insan, bu duayı bir romantik masal sanabilir; oysa bu, bütün modernist ekolojik söylemlerden daha köklü ve daha sahicidir. Çünkü toprağın hakkını bilmeyen, suyun mahremiyetini gözetmeyen, hayvanın gözündeki sabrı okumayan insanın çevre bilinci yoktur; olsa olsa estetik hoşnutluktan ibaret bir şehirli üzüntüsü vardır.

Yörük duası, insanı küçültmez; insanı yerine koyar. Kendini merkeze almayı bıraktığında insan, varlık zincirinin yalnızca bir halkası olduğunu kabul eder. Bu halkanın üstünde ya da altında değil, tam ortasında durduğunu bilir. Yeryüzüyle ilişki kurmak, sahip olmak değil, eşlik etmektir. Alevî irfanında kul olmak, boyun bükmek değil, dengeyi bilmektir.

Bu dua, çok katmanlı bir felsefî düzen içerir: varlık metafiziği, adalet etiği, ekolojik denge, toplumsal dayanışma, nefs terbiyesi. Fakat bunların hiçbiri akademik bir kurgunun raf kokan cümleleriyle değil, yörük çadırının dumanı gibi sessiz, keçi yünündeki sabır gibi ağır, suyun akışındaki tevazu gibi berrak söylenir. Kirpice söylersem: bu dua, akademik gevezeliğin karşısında, dağ taş sessizliğinin kelimeye dönüşmüş hâlidir.

Modern çağın “bana ver” çığlığına karşı bu dua bir “kalırsa” diyebilen ruhun tekâmülüdür. İnsanın kendine verdiği en büyük ayar, tam da budur. İnsanın açgözlü kolonizasyon aklının, yeryüzünü metalaştıran cüretkârlığının içinden bir çadır rüzgârı gibi gelen bu söz, medeniyetin kibirli alnına değen serin eldir.

Yörük bir Alevî duası, insanın değil; varlığın duasıdır. Bu yüzden içindeki tevazu yalın, sükût derin, talep hafiftir. Tanrı’ya yük olmayan bir kul olma arzusu vardır burada. Kul olmanın en yüksek biçimi, talebin derecesini bilmektir. İnsanın kendini bir türlü sonsuz arzudan koparamayan modern benliğine karşı bu dua, arzuyu yavaşlatır. Varlık hiyerarşisini doğru sıraya dizer. Zira taşın hakkını bilmeyen, suyun yüzüne haddini bilmeyen, hayvanın gözündeki merhameti görmeyen insanın kalbinde ilâhî adalet barınmaz.

Bu duanın çizimle birlikte verilmiş minimalist Zülfikâr tasviri de boşuna değil; adaletin kılıcı burada kesmez, korur. Şiddetin değil dengenin simgesidir. Kılıç, insanı değil kibri keser. Yeryüzünü değil zulmü biçer. Adalet, burada cezalandırmanın değil hakkı teslim etmenin ağır edasıdır. Zülfikâr, Alevî düşüncesinde kılıçtan çok terazidir. Bu dua, o terazinin dilidir.

Finalde bu dua, Anadolu irfanının sessiz, gurursuz, tantanasız yüksekliğidir. Bu topraklarda din bir korkutma makinesi değil; varlıkla yapılan sözleşmedir. Bu sözleşmede insan, dağın misafiridir; suyun yol arkadaşı, ağacın gölgesi, hayvanın kardeşi, komşunun eli, muhtacın dostudur. Eğer pay kalırsa, o zaman bir parça rızık insana da düşer. Yeter ki insan, pay sırasını bozacak kadar arsızlaşmasın.

Hakikati şöyle bağlayayım: Yörük duasının esas hedefi Tanrı’dan istemek değil, istemeyi terbiye etmektir. Çünkü insan, istemekten önce bilmeyi, bilmekten önce görmeyi, görmekten önce susmayı öğrenmelidir. Bütün dua, işte bu suskun terbiyenin adıdır.

TAŞIN PAYI, İNSANIN EDEBİ: EPİSTEMİK TEVAZUNUN MÜHRÜ

Heterobilim Okulu’nun kurucu ufku, insanı Tanrı’nın ya da tabiatın mutlak merkezine yerleştiren hiçbir ideolojiye boyun eğmez; tam aksine, varlığı yatay bir ahlâk çizgisi üzerinde okuyan, tür hiyerarşisini hem epistemik hem etik bakımdan sorgulayan bir bilinç hattıdır. Yörük Alevî duasındaki “kalırsa bana ver” sıradizimi, Heterobilim Okulu’nun praksiyolojik denkleminde, insanın dünyayı yağmalama hakkı olmadığını, yalnızca geçici bir ikamet sahibi olduğunu hatırlatan bir mührün karşılığıdır. Heterobilim, insanı hak iddiasının meşru sahibi değil, sorumluluğun ağır taşıyıcısı olarak yorumlar; dolayısıyla bu dua, Heterobilim Okulu ile çatışmaz, bilakis onun varlık-politik ahlâkını kadim Anadolu hafızasında bulduğu en berrak tanıklıkla besler.

Heterobilim’in epistemik karakteri, seküler bilimin doğayı ölçülebilir fragmanlara bölerek anlamlandırma çabasının ötesine geçen, insan-merkezcilikten sıyrılmış bir bilinçlenme hâlidir. Yörük duası bu çabanın duygusal değil metafizik karşılığıdır; çünkü dua, doğaya merhamet talep etmez, doğaya hak talep eder. Merhamet, hiyerarşik bir ilişki biçimidir; güçlü, güçsüze acır. Oysa burada dağ, su, hayvan ve orman güçsüz değildir; insanın arzusu onlara zarar verebildiği için korunmaya muhtaç bile değildir aslında. Onlar kendi varlıklarıyla zaten sağlamdır; korunması gereken insanın taşkın iştahıdır. Heterobilim Okulu’nun eleştirdiği modern mülkiyet aklı tam da budur: doğaya merhamet adı altında uygulanan üstencilik, doğayı kurtarma edası içinde Tabiat’ı yine bir “nesne”ye devşiren çağdaş seküler şefkat rejimleri. Yörük duası bu rejimlere karşı Tanrı huzurunda bir edep kaydıdır.

Bu anlayış Heterobilim’in praksiyolojisine göre yalnızca etik bir yükümlülük değil; aynı zamanda varlığın bilgi düzeninde insanın haddini bilmesidir. Çünkü Heterobilim Okulu’nun temel önermesi şudur: bilgiyi üreten özne kendi varlığını mutlaklaştırdıkça hakikati yok eder. Dolayısıyla hakikat, özneyi kendi payından geri çeken, onu daha geniş bir varlık çemberine yerleştiren bir bilinç geometrisidir. Yörük duasındaki hiyerarşi, tam da bu geometrinin duaya dönüşmüş halidir. İnsan ancak kendini sıralamanın sonuna koyduğunda hakikatin akışına dahil olabilir.

Heterobilim Okulu bu noktada Alevî irfanıyla tarihsel bir akrabalık kurmaz; çünkü Okul, gelenek romantizmine düşmeden eleştirel mesafeyi korur. Ancak şunu teslim eder: geleneğin içinden süzülerek gelen bu dua, modern insanın epistemik çürümesini teşhir eden en sahici aynalardan biridir. Heterobilim geleneği kutsamaz; fakat geleneğin içinde saklı kozmik adalet sezgisini, modern aklın söndürdüğü etik meşalelerden biri olarak okur.

Bu dua, Heterobilim için yalnızca ahlâkî bir çağrı değil aynı zamanda ontolojik bir ders niteliğindedir: insan kendini doğanın üzerine yerleştirdiğinde epistemik tahakküm üretir; doğanın dışına yerleştirdiğinde yabancılaşma üretir; doğanın altına yerleştirdiğinde ise kendi varlığını inkâr eder. Oysa Yörük duası, insanı doğanın yanına iliştirir, ne üstüne ne altına. Bu yan-yana oluş hâli, Heterobilim’in “eş-mevcudiyet” adını verdiği kavramsal konuma denk düşer: varlık, biri diğerine tahakküm kurmadan birlikte sürer.

Bu bağlamda dua, insanın kendini son sıraya koymasıyla aslında insanı değersizleştirmez; bilakis insanın değerini doğru yerine yerleştirir. Heterobilim Okulu bu noktada modern insanın psikopolitik yırtılmasını da eleştirir: kendini Tanrılaştıran insan ile kendini hiçleştiren insan aynı krizin iki yüzüdür. Dua ise bu iki uçluluğu reddeder; insanı ne merkezî ne marjinal, yalnızca “meşru pay”ın sahibi kılar. Meşru pay, arzunun değil hakkaniyetin payıdır.

Bazıları sanabilir ki Heterobilim Okulu’nun eleştirel yapısı, dinî-dualı söylemleri reddeder; oysa Okul, dogmayı reddeder, irfanı değil. Dua bir dogma değildir; dua, Tanrı karşısındaki bilincin kendine çektiği sınır çizgisidir. Bu sınır, kaderci teslimiyet değil, arzunun disiplinidir. Heterobilim tam burada duayı salt metafizik talep değil, epistemik arınma işlemi olarak konumlar. Dua eden, kendinden önce taşın hakkını anıyorsa, artık bilgi üretimi de, ilişki üretimi de, dil üretimi de arınmış olur.

Heterobilim Okulu’nda insan, tabiatın efendisi değil, tabiatın tanığıdır. Tanık olmak edilgenlik değil, sorumluluk hâlidir. Tanıklık, gördüğünü anlatma borcu değil, gördüğünü kirletmeme ahlâkıdır. Yörük duası bu tanıklığı dua formunda mühürler. Bu yüzden Okul ile dua arasında bir karşıtlık değil, gerilimli ama yapıcı bir akrabalık vardır; çünkü Okul, romantik tabiat düşüncesine de anti-ekolojik insan-merkezciliğe de aynı mesafede durur. Yörük duası da tam bu ikili tehlikeyi bertaraf eder: doğayı kutsal nesneye dönüştürmeden, insanı da mutlak özneye hapsetmeden bir denge kurar.

Bu perspektifte dua, Heterobilim için bir folklore değil, bir metodoloji alanıdır. İsteklerin sırasını belirleyen bu dua, aynı zamanda bilginin sırasını da belirler. Bilgi kendini öncelediğinde hegemonikleşir; bilginin öncesine taş, su, hayvan ve komşu konulduğunda ise bilgi sahihleşir. Heterobilim’in en büyük kavgası tam da budur: sahih bilgi ile mülkiyet bilgisi arasındaki ayrım.

Ezcümle, Heterobilim Okulu bu duasıyla çatışmaz, onu kutsamaz da; fakat onu bir tanıklık metni olarak ciddiye alır. Çünkü çağın en büyük epistemik yalanı, insanın evrene tanrısal müdahale hakkı bulunduğu zannıdır. Dua, bu zanna karşı bir edep mührüdür. Edep, burada korku değil; bilginin, gücün ve arzunun dizginlenmesidir.

Hafızanın kapanış mührü şudur: Heterobilim Okulu için Yörük duası, geçmişten taşınmış bir folklorik kalıntı değil, geleceğe yazılmış bir varlık protokolüdür. İnsan taşın önüne geçmediğinde taş da insana çarpmaz; suyun payını gözettiğinde su da insana küfretmez; hayvanın hakkını tanıdığında hayvan da insanın gölgesine sığınır. Komşu yalnızca mekânsal bir figür değil, varlığın insana tuttuğu aynadır. “Kalırsa bana” diyen insan, işte bu aynanın karşısında başını eğmeden ama şımarıklık etmeden durabilen insandır.

Heterobilim Okulu, insanı küçültmeyen ama büyütmeyen, yalnızca yerli yerine koyan bir bilgelik arayışıdır. Yörük duası ise bu bilgelik arayışının Anadolu toprağındaki ilk yazısıdır. Duanın mürekkebi nükleer mor öfke değil, dağ esintisinin ağır sükûnudur. Bu sükûnet, Okul’un praksiyolojisine en çok yakışan şeydir. Çünkü Heterobilim, gürültülü bilgi değil, haklı sessizlik üretir.

İşte kapanış mührü: Yörük duası, Heterobilim Okulu’na ters düşmez; tam tersine, onun varlık adaletini tarihsel hafızaya sabitleyen bir işaret taşıdır. Tanrı’dan önce taşın hakkını isteyen bu dua, insanın kendini hak sahibinden çok emanetçi olarak konumlaması gerektiğini söyler. Emanetçiliğin zerafeti, Heterobilim’in de en büyük iddiasız iddiasıdır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER