Soner Erdoğan yazdı: İki yüzyılın Alevi-Bektaşi travması ve paradoksal kazanımları
KONUK YAZARTarihçi ve yazar Soner Erdoğan, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun 100. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazısında, Alevi-Bektaşi toplumu açısından 1826 ve 1925’in iki büyük kırılma anını mercek altına aldı. Erdoğan, bu iki olayın hem derin bir kültürel travma hem de beklenmedik kazanımlar doğurduğunu vurguladı.
Tarihçi ve yazar Soner Erdoğan, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun 100. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazısında, Alevi-Bektaşi toplumu açısından 1826 ve 1925’in iki büyük kırılma anını mercek altına aldı. Erdoğan, bu iki olayın hem derin bir kültürel travma hem de beklenmedik kazanımlar doğurduğunu vurguladı.
Soner Erdoğan'ın makalesi şöyle:
İKİ YÜZYILIN ALEVİ-BEKTAŞİ TRAVMASI VE PARADOKSAL KAZANIMLARI
Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması muhataplar açısından kuşkusuz büyük bir travmaydı. Bektaşi tekkelerinin el değiştirmesi ve akabindeki asimilasyon ve zorunlu dönüşüm bu travmayı iyice derinleştirmişti. Osmanlı’nın son elli yılı deyim yerindeyse yasak savma yıllarıydı. Ancak Cumhuriyet'in laiklik ilkesi çerçevesinde çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile bambaşka bir dönemeç alındı. Tarih, Aleviler ve Bektaşiler için hem büyük bir kültürel kayıp hem de şaşırtıcı bir kurtuluş anlamına gelen bu iki büyük kırılmayı nasıl şekillendirecekti? Bu soru etrafında yaşanan tartışmaların temelinde iki farklı tarihsel okuma yatmaktaydı. Bir yanda 1826'daki Vaka-i Hayriye ile başlatılan tasfiyenin, 1925'te Sünni tarikatların da kapatılmasıyla Alevi-Bektaşiler için bir tür tarihsel rövanş olarak görülmesi; diğer yanda ise, kanunla ortaya çıkan inançsal kimliğin inşası ve ifşasına yönelik manevi kayıp gerçeği. Tekke ve Zaviyeler Kanunu'nun yüzüncü yılında, bu karmaşık mirasın günümüzdeki hak mücadelelerine ve Alevi-Bektaşi inancının geleceğine etkilerini anlamak için, öncelikle 1826'daki o büyük kırılma anına dönmek gerekmektedir.
II. MAHMUD'UN HÜKMÜ VE VAKA-İ HAYRİYE (1826)
II. Mahmud, 15 Haziran 1826’da Şeyhülislam Asım Efendi’nin fetvasıyla Vaka-i Hayriye’yi ilan etti. Osmanlı’nın savaş makinesi Yeniçeri Ocağı bir gecede sessizliğe gömüldü. Sonrasında gelen büyük kıyım: İdamlar, can kayıpları… Gerçek rakamlar hâlâ karanlıkta.
Bektaşiler bu olaya Vaka-i Şerriye dedi. Zira Yeniçerilerle iç içe geçmiş Bektaşilik tarikatı da hedef alınmıştı. Hemen akabinde Bektaşi tekkeleri kapatıldı, yıkıldı, tarumar edildi. Dervişler sürgün edildi, mezar taşları tahrip edildi. Boşalan dergâhların çoğu Nakşibendîlere, Mevlevîlere, Halvetîlere devredildi. Bu durum, Alevi-Bektaşi hafızasına adeta bir sünger çekilmesi anlamına geliyordu.
CUMHURİYET DÖNEMİ: 100 YILLIK KIRILMA VE 1925 KANUNU
Bu kırılma, tam 100 yıl sonra, 30 Kasım 1925’te kabul edilen 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun zeminini hazırladı. Kanun, tüm tekke, zaviye ve türbeleri kapatarak tarikat faaliyetlerini yasakladı. Laik ulus-devlet inşası için tarikatlar gericilik ve bölünme kaynağı sayıldı. Şeyh Said İsyanı’nın dumanı hâlâ tütüyordu; hiçbir dini zümreye ayrıcalık tanınmadı.
Hacı Bektaş Veli Dergâhı da bu durumdan nasibini aldı: cem ayinleri yasaklandı, çerağlar söndü. Tarih tekerrür etmişti. Bektaşilik yeniden gizliliğe büründü; Sultan Abdülaziz döneminde kısmen gevşeyen yasaklar, Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile tekrar kati bir şekilde başladı.
ALEVİLER İÇİN PARADOKSAL BİR KAZANÇ
Aleviler için ise değişen çok şey vardı. Kulaklarında hâlâ Ebu Suud fetvaları çınlıyordu: "Kızılbaş kâfirdir, malı-canı-namusu helâldir, öldürmek vaciptir." Osmanlı’da ulema baskısı altında varlık mücadelesi veren Aleviler, Cumhuriyet ile birlikte teoride eşit yurttaşlık hakkı elde etti. Bu, Mustafa Kemal Atatürk’e ve devrimlere sıkı sıkıya bağlanmalarının en büyük nedeniydi. Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu, resmi Sünni mezhebin tahakkümünü kırdı ve Aleviler üzerindeki asimilasyon baskısını kısmen ortadan kaldırdı.
Kanun, Alevilik ve Bektaşilik için dolaylı ama somut kazanımlar getirdi. En önemlisi, Sünni tarikatların hegemonyasının kırılmasıydı. 1826’dan beri Nakşibendîler başta olmak üzere Sünni tarikatlar, yüzlerce Alevi-Bektaşi dergâhını ele geçirmişti. 1925’te tüm tarikatlar eşit şekilde yasaklanınca, Aleviler bu "mekânsal işgal"den ve Sünni-tarikat baskısından kurtuldu.
KAYIPLAR VE GÜNÜMÜZ MÜCADELESİ
Kanun, kayıplar da getirmedi mi? Tabi ki getirdi. Cemler yapılamaz oldu. Dedelik, babalık gibi inançsal kisveler yasaklandı. İnancın ve kültürün nesiller arası aktarımında kopukluklar meydana geldi. Hacı Bektaş Veli Dergâhı müzeye dönüştürüldü, manevi işlevi kayboldu. Zorunlu din dersleri gibi Sünni asimilasyon politikaları kimlik erozyonuna yol açtı.
1826, Bektaşiliğin ilk büyük travmasıydı. 1925 Kanunu ise bu travmayı kurumsallaştırarak, modern Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasal ve toplumsal yapısına yerleştirdi. Paradoksal olarak bu baskılanma, Alevileri pasif "gizli" bir topluluk olmaktan çıkarıp, Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında hak talep eden modern bir kimliğe dönüştürdü.
Tekke ve Zaviyeler Kanununun yüzüncü yılında laiklikten ödün verilmemelidir. Laiklik korunmalı, Alevi-Bektaşi mirası da hak ettiği şekilde canlandırılmalıdır. Beş yüz yıllık bir mücadelenin emeği olarak gördüğümüz Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığının kurulması, Alevilik ve Bektaşilik açısından önemli bir kazanımdır. Ancak bu adımın anlamlı olabilmesi için, cemevlerinin yasal ibadethane statüsü kazanması ve Hacı Bektaş Veli Dergâhı gibi mekânların yeniden yaşayan kültürel merkezler hâline getirilmesi gerekmektedir.
Tarih, yalnızca yozlaşmayı eleştirmemeli, insanlığı iade etmelidir. Zira bu tartışmanın özü, asırlar öncesinden bize seslenen o kadim nasihattir: “Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayın.”
İlginizi Çekebilir