Kitap
İstanbul
30 Nisan, 2025, Çarşamba
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

DİNE İHTİYAÇ VAR MIDIR? -2

12 Mart 2025, Çarşamba 11:30

Buraya kadar beş ihtiyaçtan söz ettik ve dedik ki, dine olan ihtiyaç bu 5 şeyden biri olabilir.

Şimdi de “dinden kastın ne olduğu” hususunu incelemeye çalışacağız. Zira ilk başta söyledik ki, şayet soru açık olur ise cevabı da vuzuha kavuşmuş bulunur!

Dinden kastın ne olduğu hususuyla ilgili üç türlü görüş vardır.

Birinci görüşe göre, dinden kasıt şeriattır!Şeriat ise namaz, oruç, hac, cihat, humus, zekât, vs. gibi şeylerden ibarettir. Yani bu anlayışa göre din/İslam, “Allah’tan Muhammed’e gönderilen, insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin eden bir takım ahkam ve kurallar”dan ibarettir!

Yine bu anlayışa göre şeriatın hükümleri, hayatın tüm alanlarını kapsar. İktisat, siyaset, eğitim, ibadet, ahlak vs. gibi meseleler, şeriatın çizmiş olduğu daire içerisinde yürütülmelidir.

Açıkçası bu algıdaki İslam, şekilci ve kabuk İslam’ıdır. Bu İslam; birtakım ritüellerden ibaret ve bir kısım ahkam ve kanunları içeren bir dindir!

Yine şayet “din şeriattır” dersek, burada birtakım itirazlar da gerekir!

Yapılabilecek o itirazlardan birisi şudur:

- “Mademki siz “din şeriattır” diyorsunuz ve şeriatın da bu hükümlerden ibaret bulunduğunu öne sürüyorsunuz, peki bu hüküm ve kanunların Allah katından olduğunu kim söylemiştir?

Diğer bir ifadeyle; “acaba bizim şeriat kanunları dediğimiz bu hükümlerin Allah’tan sadır olduğunu ve onları icra etmenin gerektiğini kabul etmemiz şart mıdır?

Oysa ki, bu hüküm ve kanunların bize Allah’tan indirilmediğini, fakih ve müçtehitlerin içtihatlarıyla önümüze bırakıldığını görmekteyiz.

Bundan dolayıdır ki fakihler arasında bu hükümlerde birçok ihtilaflar söz konusudur. Dolayısıyla 1400 yıl sonradan bu hükümleri Allah’a nispet vermek doğru değildir!

Daha açık bir ifadeyle, şayet bizler peygamberin asrında yaşıyor olsaydık, öyle bir durumda şeriatın tüm hükümlerini hiç tereddütsüz icra eder ve Allah’tan gönderildiğini kabul edebilirdik.

Fakat aradan 1400 yıl geçtikten ve Müslüman ulema arasında bu kadar ihtilaflar vuku bulduktan ve neredeyse her şer-i hüküm hakkında birden fazla farklı fetvalar verildikten sonra, biz bu hükümlerin Allah’tan sadır olduğunu nasıl kabul edip onlara amel edebiliriz?

Oysa ki, gerçekte ilahi hüküm tektir!

Örneğin hırsızın cezalandırılmasıyla ilgili hükme baktığımız zaman, önümüze birden fazla hükümler çıkmaktadır. Kimi fetvalara göre hırsızın parmakları, kimine göre bilekten eli ve kimine göre ise dirsekten kolu kesilmelidir. Şiiler parmak derken, Sünniler bilek ya da dirsek demekteler. Bu taktirde bizler, hırsızın elinin kesilmesi hükmünün kesin kes Allah’tan olduğunu söyleyebilir miyiz?

Elbette ki bu ihtilaflı hükümler Allah’tan değil, beşerin içtihadından kaynaklanan hükümlerdir!

Mürtet, cizye, kısas, miras, şahitlik vs. gibi hususlarla ilgili hükümler de böyledir!

Dolayısıyla dinin şu (din şeriattır) tarifi ile onun, Allah’ın sözü olduğunu söylemek mümkün olabilir mi?

Yapılabilecek itirazlardan ikincisi de şudur!

Kuran şöyle der:

- “Allah katında din, yalnız İslam’dır.” (Al-i İmran: 19)

Fakat bakıyoruz bu din (yani ‘din şeriattır’ diyenlerin nezdindeki hükümleri ihtiva eden din), fakihlerin algısındaki dindir! Onların içtihadıdır, Allah’ın sözleri değildir.

Bu din ile Allah katındaki din arasında hayli fark vardır! Bu şer’i kanun, hüküm ve meseleler, Allah’tan değil de insanlardandır. Allah’tan olduğu kesin ispatlanmamıştır, çünkü şayet Allah katından olsaydı, bir hükümde birden fazla ihtilafın bulunması söz konusu olmazdı!

İtirazlardan üçüncüsü de şudur:

- Elimizdeki şer’i hükümler, birer içtihattırlar! İçtihada dayalı fetvalar ise naslardan alınır. Naslar da (ayetler hariç) çoğunlukla zayıftır. Ayrıca Şiiler tüm Sünni kaynaklar vasıtasıyla gelen rivayetleri reddederler, Sünniler de Şii kaynakları vasıtasıyla gelenleri reddederler! Kuran ayetleriyle ilgili de yine birçok farklı tefsirler vardır! İmam Ali’nin de söylediği gibi Kuran, “birçok boyutu bulunan bir kitaptır!

Elimizdeki hangi tefsire bakarsak, o tefsirin ilahi kelam ya da ilahi hüküm olduğunu söylememiz mümkün değildir! Diğer bir ifadeyle, eldeki bu tefsirlerin tümü de beşerî fehim ve içtihatlardan ibarettir. Daha açıkçası, bizlerin önünde “din” olarak duran şey, beşerî fehimden başkası değildir!

Bu üç itiraz, “din şeriattır” diyenler için yapılmış itirazlardır.

Dinden kastın ne olduğuyla ilgiliikinci görüş şudur:

-“Bu görüşe göre dinden kasıt ahkam değil, “Kuran ve Sünnettir!” Yani bunlara göre dinin aslı “Kuran ve Sünnettir”.

İslam ulemasının büyük çoğunluğunun görüşü bu minval üzeredir! Diğer bir ifadeyle, İslam alimlerinden bir kısmı; “ümmet içerisindeki tüm gericiliğin, eksikliğin, durgunluğun, ihtilaf ve bunlar gibi şeylerin kaynağı, Müslümanların kendileridir” derler. Bu görüşe sahip olan alimler, ümmeti bu durumdan kurtarmanın tek çıkış yolunun da, Kuran ve Sünnete dönüş olduğunu iddia ederler.

Kısacası o kesime göre “Kuran ve Sünnet” dinin kendisidir!

Bunların bu iddiasının boş bir iddia olduğunu söylemek mümkündür. Zira şayet din Kuran ve Sünnetten ibaret olsaydı ve bunlara dönüş yapanlar necat bulsaydı, Taliban, el Kaide, İşid ve diğerleri de kurtuluşa ermiş olurdu. Buradan anlıyoruz ki, Kuran ve Sünnet din değildir. Kuran ve Sünnet de isimlerini zikrettiğimiz o grupların üzerlerinde zuhur ettiği mazharlardır. Şayet biz dine dönmek istiyorsak, Kuran ve Sünnetin zahirlerine değil, dinin “öz cevherine”, yani Nebinin taşıdığı “Allah’a iman cevherine” dönmeliyiz!

Nebi, Allah’a karşı çok güçlü bir inanç taşıyordu. Kalbinde insanlığın sevgisini yüklenmişti. Bu anlamı ona farz kılan da Kuran ve Sünnettir! Gerçekte Kuran ve Sünnet, Nebinin dahilinde yaşamış olduğu inanç ve düşüncelerin tercümesidir! Yoksa hakiki din bu değildir!

Ve bu mazhar, o dönem ile uyum içerisinde olduğu için Nebi büyük bir başarı elde etmiştir! Tevhit inancı onu, şirk ile ilgili görüşünde, hurafeler ile mücadelelerinde, müşrik Arap kabileleri ile yaptığı savaşlarında asla mağlup etmemiştir. Ve yine birtakım kızları diri diri mezara gömme gibi ahlaksızlıkları ortadan kaldırmada Nebi ya da o dönemdeki Müslümanların bu zaferleri, elbette ki Kuran’ın sebebiyle olmamıştır, Nebi ve Müslümanların kalplerinde taşımış oldukları o güçlü imanları sayesinde olmuştur. Yani onların tüm bu başarıları, dinin cevheri sebebiyle gerçekleşmiştir!

Dinden kastın ne olduğuyla ilgili üçüncü görüş de şudur:

- Derler ki “dinden kasıt; “din’in halis iman oluşu ve dini tecrübedir!” Yani insanın yaşadığı anlarda Allah ile irtibat içerisindeki bulunduğu “vücudî haller” dir! Nitekim Nebi, İmam Ali, Ebu Zer ve bir takım üstün sahabeler böyle bir imana sahip kimselerdi!

Ebu Zer’i Allah ile irtibatlandıran şey, onun kalbindeki Allah’a dair taşıdığı şiddetli imanı ve her şeyi Allah için sevmesiydi. Bu anlamdaki imana dayalı din algısı, birinci (yani şeriat) ve ikinci (yani Kuran ve Sünnet) anlamındaki dinî anlamlardan farklıdır, çünkü birinci ve ikinci anlamdaki din algısı, “marifete” (yani zihinle ilgili bilgiye) dayalı bir dindir.

Öyle bir din, yalnızca zihinde oluşan bilgiler kümesinden ibarettir! O türden din algısına sahip olanlar derler ki, Allah bilgi ve kanunlar (Kuran ve şeriat) nazil etmiştir o kadar! Fakat şimdi naklettiğimiz üçüncü anlamdaki din algısı (yani dinin halis iman ve dini tecrübe olduğu hususu) bilgi değil, vücudî bir halettir!

Buraya kadar yaptığımız bu izahlardan sonra şimdi “dine niçin ihtiyaç vardır?” sorusuna cevap verebiliriz!

Önceden, neden dine ihtiyaç duyulduğuyla ilgili 5 farklı görüşten söz ettik. Sonra da 3 türlü din algısından bahsettik. Sözünü ettiğimiz şu bilgilerden yola çıkarak o sorunun cevabında şunu söyleyebiliriz:

- “Her sınıf insanın bir tür din algısı vardır! Örneğin avam halkın sahip olduğu din algısı, “korku” üzeredir. Yani avam halk, cehennem azabından korktukları için dindar olmuşlardır. Buna “kölelerin dini” derler. Nitekim İmam Ali de buna şöyle işaret etmiştir:

-“Ben sana Cehenneminden korkarak ya da Cennetine tamah ederek ibadet etmiyorum, seni ibadete layık görerek sana ibadet ediyorum.

Diğer bir sözünde de şöyle diyor:

-“Kim Allah’a Cehennem korkusuyla ibadet ederse, onun ibadeti kölelerin ibadetidir. Ve kim O’nun Cennetine girmek için O’na ibadet ederse, onun ibadeti tacirlerin ibadetidir ve kim de O’nu sevdiği için O’na ibadet ederse, onun ibadeti de hürlerin (özgür insanların) ibadetidir!

İmam Ali bu sözünün sonunda; “Ben de bu hürlerin ibadetinden yapıyorumdiyor!

Bu söz Tevrat’ta da vardır. Eyyûb Nebi şöyle diyor:

- “Ben seni ibadete ehil bulduğum için sana ibadet ediyorum!

Demek ki, ibadette asıl olan “hub/sevgi” dir. Avamın (genel halkın) ibadeti korku üzere yapılan ibadet iken, havassın ibadeti “hub” üzere yapılan ibadettir. Dolayısıyla, Eyyûb Nebi de hub üzere ibadetten bahsediyor, İmam Ali de.

Allah ile muameleye girenler, Allah’ı vesile (araç) olarak kullanmazlar, O’nu hedef olarak kabul ederler! Hedefleri ise; “Allah’a ibadet etmekle, kendilerini kalplerindeki enaniyet zindanından kurtarmaya çalışmalarıdır!

Yani bu türden insanlar Allah’a ibadet etmekle kendilerini dünya hubbundan, tamah, kin vs.den kurtarmak isterler! Gerçekten insanı bu durumlardan kurtaracak tek şey dindir! Hatta bu anlamdaki bir dine sahip olmak Batılılar için dahi gereklidir. Kalkınmış ülkelerdeki insanların dahi böyle bir din ile dindar olmaları kaçınılmazdır!

Çünkü insanoğlu tabiatı gereği zatını sevmeye (egoistliğe) düşkün bir varlıktır!

Kalkınmış modern insanlar ile genel insanları bu zindandan birinin kurtarması gerekir.

Zindanların en korkunç ve en tehlikeli olanı, “Hubbu’z-Zat” (egoistlik) zindanıdır!

İnsanoğlunun tekamüle ve manevi bir makama ulaşması ve yine güzel ahlak sahibi olması, ancak bu enaniyet zindanından çıkmasıyla mümkündür. Bu zindanın kapısını kırmak, çok güçlü bir bombaya ihtiyaç duyar ve o bomba, yalnızca “ilahi aşk bombasıdır!” Allah’a veya Allah için O’nun var ettiği varlıklara âşık olmaktır. Bu aşk bombasıyla o zindanı dağıttıktan sonra, artık insan kendi nefsini düşünmez!

Nitekim büyük ıslahatçılar hep böyle olmuşlardır. Onlar asla kendi nefsini düşünmemişlerdir. Öldürülmek, zindanlarda çürümeye terk edilmek, derisinin yüzülmesi vs. onlar için hiçbir zaman korku vesilesi olmamış ve önem arz etmemiştir!

Köleler dini” karşısında “Hürler dini” vardır!

Korku dini” kölelerin dinidir. Allah’ın dışında hiçbir şeyden korkmayanların dini ise, “Hürlerin dini” dir!

Bunların tüm çabaları, kendilerini nefislerindeki enaniyet (bencillik) zindanından özgürleştirmektir! Allah aşkı dışında kendileri için zindan gördükleri ülke, makam, devlet, evlat, servet, şöhret vs. gibi enaniyet yapan her şeyin sevgisinden kendilerini özgürleştirmektir!

Örneğin küçük bir çocuk kendinden başkasını düşünmez. Çünkü onda yoğun bir şekilde enaniyet vardır. Biraz büyüyüp evlendiğinde sevgisi ikiye bölünür, yalnızca kendini ve eşini düşünür, “benlikten” “bizliğe” geçer.

Biz” dediğinde, yalnızca kendini ve eşini aklına getirir. Biraz daha olgunlaştığında kendini ve kabilesini düşünür. Veya “ben ve ülkem”, “ben ve dinim”, “ben ve mezhebim”, “ben ve ırkım” vs. der.

Bu düşündüklerinin tümünde “benlik” olduğu için, o henüz zindandan çıkmamıştır.

Hatta İslam alimlerinden kimileri dahi, İslam dinini “benim dinim” dedikleri için savunurlar. İmam Ali’yi, onun Ali’si olduğu için savunurlar. Ali’yi kendi kimliklerinden bir parça ettikleri için müdafaa ederler. Hilafette, imamette, hakkaniyette Ali’yi savunmalarının amacı, Ali’nin onların enaniyetlerinin bir parçasını oluşturmasından dolayıdır! Ali’nin “hak” oluşundan dolayı değildir!

George Cordac, Ali b. Ebû Talip’i savunurken, “onda enaniyet yoktur! Çünkü o ne Sünni’dir ve ne de Şii’dir” der!

İşte buna “ihlas” denir.

Onun Ali sevgisi doğrudur. Fakat birçok Şii alimleri Ali üzerinden dükkân açtıkları için onu severler, nitekim İmam Hüseyin’i sevmeleri de onun içindir!

Özgür insanların dini ötekilerin dininden farklıdır! Allah özgürleri sever. Hatta Allah kendisiyle irtibat kurmamızda bile özgürce irtibat kurmamızı sever.

Bundan dolayıdır ki imanın hakikati “özgürlüktür” diyebiliriz. Özgürlüksüz iman, “iman” değildir!

Örneğin yukarılarda bahsettiğimiz birinci ve ikinci (şeriat, Kuran ve sünnet) algıdaki din, Cebir üzerine kurulu bir din olabilir. Fakat şayet din olarak bu iki algıyı değil de üçüncü algıdaki dini tercih eder isek, yani dinin cevheri olan “Allah’a imanı” din olarak kabullenirsek, ancak bu taktirde “din” bizim için bir değer teşkil eder, çünkü imanın ahlak boyutu vardır ve özgürlük olmadan ahlakın hiçbir değeri olmaz! Örneğin şayet birisi icbar edilerek bir yoksula milyonları verse, onun herhangi bir değeri olmaz! Fakat kendi hür iradesiyle bir lira vermiş olursa, bunun bir değeri olur! Demek ki ahlak, özgürlüktür.

İman da ahlaki meselelerden olduğu için, insanın Allah ile muamelesi (ibadet etmesi) de ahlaki muameledir! O taktirde insanın Allah’a iman etmesi de özgür olmasını gerektirir! Dolayısıyla, Allah katında kendi özgür iradesiyle Allah’ı inkâr eden birisi, ecdadının, çevresinin ve ailesinin etkisiyle O’na iman edenden daha değerlidir! Bu özgürlüğüyle Allah’ı inkâr eden, icbaren ve kendisinin dışındakilerin etkisiyle O’nu kabul edenden, O’na daha yakındır! Çünkü inkâr işini kendi özgürlüğüyle yapmaktadır!

SONUÇ ŞUDUR

Bizlerin özgürlüğe ihtiyacımız vardır, çünkü insanı kendi enaniyetinden, ecdadının, tarihinin, gelenek-göreneğinin ve çevresinin etkisinden onu kurtarıp özgürlüğüne kavuşturacak bir iman gerekir! Diğer bir ifadeyle, bizlerin birinci algıdaki dinden (Şeriat dininden) kurtulmak için bir dine ihtiyacı vardır! Daha açık bir ifadeyle; taklidi ve yalnızca ahkamdan ibaret olan bu dinden kurtulmamız için, bizi güçlü bir şekilde Allah’a iman ettirecek bir dine muhtaç bulunmaktayız!

Taklidi din alimleri itikadın, “aklî” olması gerektiğini söylerler!

Fakat her Müslümanın önünde Tevhit, Allah’ın sıfatları, Cebir, tefviz, nübüvvet, imamet, ismet vs. gibi onlarca konular durmaktadır! Bir Müslüman şayet bunlardan birini kabul etmezse ve “bence bu böyle olmalıdır” derse, akli deliller de sunsa, derhal onu kafir ilan ediyorlar!

Oysa ki, herkese “itikadi konularda sen özgürsün, sen aklın ile dini ve dindeki itikadi konuları seçmelisin” diyorlar!

Peki o halde bir Müslümanın önüne itikatla ilgili yüz konu koyup, o meselelerden biri hakkında hafifçe şüphe etmesi ve benim aklım bu konuyu pek almıyor demesi vuku bulduğunda, neden onu sapıklıkla suçlarsınız?

Oysa ki, Kuran:

- “Doğrusu, biz ona yolu gösterdik ya şükreden olur ya da nankör olur.” (İnsan:3) diye buyuruyor!

Bu ayete göre insan, kendi hür iradesi ve aklı ile yolunu seçmelidir! Şayet bu şekilde yolunu seçerse, o taktirde o yol onun için bir değer teşkil eder!

İcbarlık olduğu taktirde, o yolun herhangi bir değeri olur mu?

Şeyh Muzaffereddin’ in İtikatları” isimli itikat kitabında şöyle geçer:

- “İtikat akıl ile elde edilmelidir!” Buna rağmen taklidi din alimleri tüm insanları kendi görüşlerine göre itikat elde etmeğe icbar etmekteler. Kim olursa olsun, bırakın onların insanın önüne koydukları itikatlardan bazısını inkâr etmeği, hatta hafifçe tereddütte bulunsa dahi, derhal onu sapık, mürtet, hain vs. olarak ilan etmekteler!

Hasılı “köle dini” işte budur!

Şayet bizler gerçekten Allah katında olan dini ister ve manevi iktibasta bulunmayı arzu eder isek ve yine hürriyet, ahlak ve insanlık yoluyla kemalata ulaşmayı hedef edinirsek, ilk önce ihtiyaç duyduğumuz şey “özgürlük” olur! Ve insan ancak iman ile “özgürlüğü” elde eder! Allah’a iman etmeksizin insanın kendi enaniyetinden kurtulması ise muhaldir! Enaniyet zindanından kurtulmak, çok korkunç bir cesarete sahip olmayı gerektirir!

Nebi Muhammed’in tek başına bu kadar batılları alt etmesi, Nebi İsa’nın yalnız başına o batıllar ile mücadele edip onlara karşı zafer kazanması vs., çok güçlü bir şekilde Allah’a aşk gücüne sahip olmalarındandı! Öyle bir aşk onlarda olmasaydı, bugün yüz milyonlarca Hristiyan’ın İsa’yı ve onlara yakın bir miktardaki Müslümanların da Muhammed Peygamberi takip etmesi mümkün olmazdı!

O Nebiler birçok insanların kötü ahlakını iyi ahlak üzere değiştirdiler. İşte zafer budur! Onun için diyorum ki eski dinden kurtulmamız için yeni bir dini algıya ihtiyacımız vardır!

İnsanoğlu dine düşkündür! Çünkü dinin, kendi ahiretini garantilediğini düşünüyor!

İnandığı din ona; “senin laiklikle, Demokrasi vs. ile işin olmasın, bunlar sana dünyayı verir ahireti vermez, ahiretini ben veririm” diyor!

Evet, inanan insan ahiretinin peşindedir! Doğrudur ki birçok zorluklar çekiyor, hacca, Kerbela’ya ve Meşhede gidiyor, paralar harcıyor, çokça yoruluyor! Fakat bunlarla ahiretini garanti ettiğine inanıyor! Ona denilse ki, işte al sana laiklik, demokrasi, insan hakları, özgürlük vs., der ki bunlar benim ahiretim için ne veriyor, ben ona bakarım!

Bundan dolayıdır ki müminler(!) liberallerin sözlerine pek de kulak vermezler! Fakat bir hatip kürsüye çıkıp insanlara iki saat vaaz ettiğinde, bakıyorsunuz ki her kes canı gönülden onu dinliyor! İşte dini hitabetin böyle bir gücü vardır! Fakat bunca zulümler, terörist hareketler, tefrikalar vs. o dini hitabetlerden ürüyor!

Kısacası; avamın dini “köle dinidir!”, “dogmatiktir!”, “domdur!” ve de “bölücüdür!

Bunun için bu dini değiştirmek kaçınılmazdır! Bu nedenle bizlerin “özgür” olması icap eder!

Hatta Allah’ın karşısında dahi özgür olmamız gerekir. Çünkü Allah bizi “özgür” olarak yaratmıştır ve özgür kalmamızı seviyor. Hatta Allah, kendine dahi özgürlük içerisinde inanmamızı istiyor!

İmam Ali bir sözünde şöyle der: “Başkasının kölesi olma, Allah seni özgür yaratmıştır!

Kısacası “sistem” anlamındaki dindarlık her bir insana “farzdır/gereklidir”, çünkü kozmos alemdeki akıllı-akılsız tüm varlıklar bir sistem/din içerisinde varlıklarını devam ettiriyor. Fakat tekvini sistem dışında olan “tenzili din”, insanın “hakkıdır”, “teklifi” değildir!

Yani “tenzili din”; insana denildiği gibi “farz” değildir! İstese kabul eder istese de onu reddeder!

Gelenekçi din adamlarının bizlere söyledikleri bu din bize nasıl vacip olabilir ki? Allah’tan mı bize böyle bir teklif geldi? Şayet Allah’tan böyle bir teklif gelmiş olsa dahi, Allah benim için ispat edilmediği taktirde, ben o teklifleri nasıl Allah’ın teklifleri olarak alıp kabul edebilirim? Sen önce bana Allah’ı ispat etmelisin ki sonra da o tekliflerin Allah’tan gelen teklifler olduğunu bana kabul ettirmiş olasın!

Fakat yeni dini bakışta (yani Allah’a aşk ile iman bakışında) Allah bize; “sen özgürsün” ve özgürce de düşünmelisin! Şayet sen bana, sana iyilik yapmam için iman ediyor isen ve yine insanlığını ve maneviyatını güçlendirmemi ve güzelleştirmemi istiyor isen, o taktirde bana iman et ki ben de sana iyilikler yapıp önünü açayım” diyor! İşte bu, “özgürlerin dinidir!” ve böyle bir din taaddüdü (başka inançları da) kabul eder!

Fakat önceki algılardaki (Şeriat, Kuran ve Sünnetteki) din, “inhisarcı” (tekelci) bir dindir, öteki inançlara düşmanlık yapıyor! Onları hoş karşılamıyor! Fakat şu sözünü ettiğimiz yeni algıdaki din, “mademki sen özgürsün, o taktirde dinlerin taaddüdünü de kabul etmelisin” diyor! Yani Yahudilik, Hıristiyanlık vs. gibi dinlere de “din” olarak bakmalısın! Çünkü bu yeni algıdaki din için önemli olan şey, “Allah’a imandır!” Kim Allah’a iman ediyorsa ve O’nu seviyorsa, insanların da hayrını seviyor demektir! Bu inanışta, Allah’a imandan “hayra imana” geçiş yapıyor! Fakat “köle dini” ile “camit din” in ilahı, şerrin ilahıdır! Böyle bir ilah, hakiki ilah değil, katle ve kan dökmeye davet eden bir ilahtır! Bu da hiçbir zaman “Hak İlah” olamaz!

Selefi ve Vahhabiler derler ki, “Allah bunu bana böyle emretti!”, O beni bu zulmü işlemeğe emretti.

Fakat gerçekte onu bu zulme ve cinayeti işlemeye emreden ve kendini ona Allah olarak tanıtan şey, gerçekte Şeytan’dır!

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum