GADİR-İ HUM 1 - İMAM ALİ NASIL BİRİYDİ?
16 Haziran 2025, Pazartesi 14:13Sünni dünyası, Muaviye’nin “adil” ve yönetiminin de “adaletli” yönetim olduğunu ya da en fazla onun, alışagelmişin dışında “farklı içtihatlarda bulunduğunu” söyler ve peşince de hemen fakihler için söylenilen şu kaideyi aktarırlar:
- “İçtihat eden birisi, şayet içtihadında isabet ederse 2, etmezse 1 sevap alır!”
Buradan bakıldığında Muaviye’nin yaptıklarının tümü, kendine sevap kazandırmaktadır! Çünkü şayet içtihadını İslamî hükümler ve ilahî hakikatlere uygun düşecek şekilde tutturabilmiş ise iki sevap, tutturamamış ise, yine de bir sevap almış olmaktadır! Dolayısıyla ne yaparsa yapsın, hatta en büyük cinayetleri dahi işlemiş olsa, yine de sevap almaktadır! Kısacası onun günahı diye bir şey söz konusu değildir!
Peki imam Ali’nin durumu nasıldır? Onun kendisi adil olmakla birlikte, acaba yönetimi nasıl bir yönetimdir? Diğer bir ifadeyle; imam Ali’nin yönetimi, adalete mi yoksa zulme mi dayalı bir yönetimdir?
Bu sorulara şöyle bir cevap vermek mümkündür:
-İmam Ali yönetiminin nasıl bir yönetim olduğunu anlamak için hem “adalet” in ne anlam ifade ettiğine hem de “yönetimde adaletin nasıl bir rol oynadığına” bakmak lazım!
Elbette ki “adalet”, farklı disiplinlerde çeşitli şekillerde ele alınan geniş bir kavramdır! Örneğin bu konu, alimler tarafından ele alınıp; “Fıkhî adalet”, “felsefi adalet”, “Hukukî adalet”, “Sosyal adalet”, “ilahi adalet”, “ahlaki adalet” vs. şeklinde incelenmiş bir konudur!
Fakat biz burada, özellikle de bizim konumuzla ilgili olan adaletin iki türünden söz edeceğiz! Onlardan biri “zatî adalet”, diğeri de “mevzuî adalet” tir! (Mevzuî adalete; “yasal adalet” veya “pozitif adalet” de denir!)
“Zatî adalet”; insanın zatî itibarıyla adil oluşudur! Bu adalet; bireyin içsel adalet anlayışına dayanır! Yani bu türden adalet, kişinin vicdanı, ahlakî değerleri ve kişisel doğruları istikametinde adil olup olmadığını belirler! Bu türden bir adalet subjektiftir ve kişiden kişiye değişebilir!
Zati itibariyle adil olan bir insan, asla rezilliğe ve utanç verici işlere temayül etmez! Dolayısıyla, doğru bir insan olur! Yani asla yalan konuşmaz, hıyanet etmez, hak ve hukuktan ayrılmaz vs.! Buna “ahlaksal adalet” de denir! Tabiatıyla imam Ali, bu türden adaletin zirvesindeydi!
“Mevzuî adalet” ise, yönetim ile ilgili adalettir! Bu adalet türü, kişinin zatında değil, onun dışında olan bir şeydir! Yani bir insan zatî itibarıyla adil olmayabilir ve günahlara bulaşabilir! Örneğin yalan konuşabilir, namaz kılmaya bilir, rezilliklerden uzak durmayabilir! Fakat yönetimi altındakilere karşı adil olabilir! İşte buna “mevzuî adalet” denir! Yani böyle bir insanın koyduğu kanunlar adilce olabilir, genelin maslahatını/menfaatini gözetebilir! Çünkü bilindiği üzere, siyasi otoriteyi elinde bulunduranların hedeflerinden birisi de halk içerisinde adaleti ikame etmek, güven ortamını sağlamak ve düzeni korumaktır! Daha açık söylemek gerekirse bu 3 şey, her siyasi hükümetin temel görevlerindendir!
Yeni dönemlerdeki siyasi otoritelerin görevleri arasına, iki görev daha ilave edilmiştir! Onlardan biri “hizmet” ötekisi de “özgürlük” tür!
Eski yönetimlerin hedefleri arasında “halka hizmet” diye bir şey yoktu! Nebinin, Raşit halifelerin, Emevî ve Abbasi halifelerinin üstlendikleri siyasi otorite dönemlerinde Hastane açmak, okul yaptırmak, yetim yurdu inşa etmek vs. gibi kamuya hizmet verecek müesseseler yoktu! Bu gibi Halka hizmet görevleri, son dönem hükümetlerinin hedefleri arasında yer almıştır! “Özgürlük” görevi de öyledir! Vatandaşının “özgürlüğünü” müdafaa etmek de sonraları yönetimlerin görevleri arasına girdi! Modern yönetimler için en önemli görevlerden birisi, vatandaşı olan bireylerin kendine has inanç, düşünce, ideoloji, siyasi, protesto etme vs. gibi özgürlüklerini koruma altına almaktır! Bu saydığımız şeyler, eski yönetimler döneminde mevzubahis değildi! Fakat bunlar, şimdiki yönetimlerin hedefleri arasına konulmuştur!
Siyasi yönetimler, toplumun maslahatı (menfaati) üzere kuruludur! Çünkü yönetimlerin üzerine kuruldukları esaslar, “itibari/farazi” dir! Yani insan toplulukları arasında, önceleri “devlet” diye bir şey bilinmezdi! Fakat kabile sayısı çoğalınca ve onların kendi aralarında da anlaşmazlıklar artınca, “devlet” diye bir güce ihtiyaç duyuldu! Dolayısıyla, kendi aralarında “yönetici” oluşturmaya karar verdiler! Buradan bakıldığında “siyasi otoriteler!” insanların anlaşmazlığının bir ürünüdür! Şayet insanlar arasında anlaşmazlık olmaz ise, hükümet de olmaz ve ona ihtiyaç da kalmaz! Bundan ötürü diyebiliriz ki hükümet, toplumun maslahatına (yararına) dayanmaktadır! Siyasi otoritelerin adalet ile davranması da “maslahata” dayalıdır! Ve bu türden adalet, “zati” değil, “mevzuî adalettir!” Yani takvalı ve Allah’tan korkan insanda “fıkhî adalet” bulunur! Bu türden insanlara fıkıh dilinde “adil insanlar” denir! Çünkü bu türden insanlar rezillik ve haramlardan sakınır ve farzları ikame ederler! Bundan dolayı da bunlara fıkıh literatüründe “adil insan” denir!
İmam Ali’nin “zatî adalete” sahip olduğu hususunda tüm dünya ittifak etmiş ve onun muttaki olduğu kararına varmışlardır! Daha açıkçası imam Ali, ahlakî ve zatî adalet hususunda zirve yapmıştır! Fakat yönetimi döneminde “mevzuî adalet” hususunda, itiraf etmek gerekir ki bilerek, başarısız olmayı tercih etmiştir! Yani toplumun maslahatı hususunda mevzuî adaleti gerçekleştirmede kasıtlı olarak başarı göstermemiştir!
Fakat Muaviye bu hususta başarı sergilemiştir! Çünkü Muaviye’de “zatî adalet” diye bir şey yoktu! Zira o, dünya ehli biriydi ve İslam’dan önce de Ebu Süfyan’ın yanında büyüyüp ondan eğitimini almıştı! Mekke’nin fethinden sonra, ister istemez İslam’ı kabul etme mecburiyetinde kalmıştı!
Yönetimi ele geçirdikten sonra, adam öldürme ve kan dökme gibi işlerle uğraşmaktan vaz geçmedi! Nitekim peygamberin en takvalı ashabından olan Hücr b. Adi ve oğlunu, dokuz adamıyla birlikte, imam Ali’ye küfretmediklerinden dolayı açık bir alanda halkın gözleri önünde kafalarını kestirdi! Dolayısıyla Muaviye’de “zatî takva” diye bir şey mevcut değildi! Aslında bunun öyle olduğunu tüm Müslümanlar biliyor! Fakat genelin maslahatına olan “mevzuî adalet” konusunu icra etme hususunda da hayli gayret sarfetmiştir! Bundan olsa gerek, imam Ali kendi hükümetinde başarısızlığa uğramış ve “mevzuî adaleti” pek de önemsememiştir! Kendi kardeşi Akil’e dahi tek bir dirhem vermemiştir! Oysaki kendisi diyor ki, onun çocukları dahi açlıktan benizleri sararmış bir duruma gelmişlerdi!
Kardeşi Akil’e bir dirhem dahi vermediği için, o da Muaviye’ye gidip sığınmıştır! Çünkü imam Ali’nin adalet anlayışı, öz kardeşine dahi bir dirhem fazladan para vermesine engel olmuş, Arap, Acem, dost, düşman vs. arasında fark gözetmez bir hale getirmişti!
Buna karşı Muaviye, “kabile reislerine bolca para akıtıyordu! Örneğin bir kabile reisine yüz dinar (altın) verip onun emrinde olan 3 veya 5 bin kişilik kabile üyelerini kendi emri altına alıyordu! Muaviye’de “zatî adalet” yoktu ama, Şam’ın tümü ve yine imam Hasan ile sulh ettikten sonra, bir ucu doğu diğer ucu Batı ve Afrika’ ya dayanan o koskoca imparatorluğu oluşturan tüm İslam alemini kendi buyruğu altına almıştı!
Hicri 40 ile 60 yılları arasında (yani bu 20 yıllık zaman zarfında) ona karşı hiç kimse ne bir isyan teşebbüsünde bulundu ve ne da herhangi bir bölgede isyan çıktı! Hatta Medine halkından ve yine İmam Hasan ve imam Hüseyin’den dahi bir ses çıkmadı! Nebi’ni sahabesi bile ondan razı oldular! Bunun nedeni, onun “mevzuî adaleti” tatbik etmesiydi! İmam Ali ise, “zati adalet” de o kadar başarı sağlamışken, önceden de işaret ettiğimiz gibi bu “mevzuî adalet” hususunda, biraz sonra açıklayacağım nedenlerden dolayı kasıtlı olarak başarı göstermedi!
Fakat imam Ali, Nebi ile mukayese edildiğinde nebi, “zat adalette” başarılı olduğu gibi “mevzuî adaleti” yürürlüğe koymada da başarı sağladı! Çünkü görüyoruz ki nebi, Huneyn savaşında hayli ganimetler elde etmişti! O ganimetlerin tümünü, Ensar’ı ondan mahrum bırakıp kendisinin de mensubu bulunduğu Kureyş kabilesine verdi! Zira, o andaki maslahat onu gerektirirdi! Ensar ise onun bu tavrına muhalefet edip şöyle dediler: “Nebi, kendi aşiretini görüp bizi unuttu!” Sonra nebi onların bu sözlerini duyup onlara şöyle dedi: “İnsanlar deve ve koyunlarını alıp evlerine onlarla birlikte giderken, sizler Allah’ın elçisini alıp evinize onunla dönmekten razı değil misiniz?”Ensar da: “Evet ya Resulullah! Razıyız” deyip konuyu öyle kapattılar! Böylece de Resulullah Mekke’den onlar ile birlikte Medine’ye intikal etti!
Sonuçta şunu söyleyebiliriz: Nebi, adaletin her iki türüne de riayet etti! Yani hem “zatî” hem de “mevzuî” adaleti gerçekleştirdi!
Diğer bir ifadeyle nebi hem ahlaksal adalete uydu hem de maslahatsal adaleti (yani genelin çıkarını) korudu! Fakat imam Ali, genelin çıkarına pek de riayet etmedi! Çünkü nebi “tesis/kuruculuk” asrındaydı ve öyle yapması gerekirdi! Yani İslam’ı tesisi ettiği için genelin maslahatına riayet etmeliydi! İmam Ali döneminde ise, artık İslam güçlüydü! Bundan olsa gerek şöyle diyordu: “Ben, kendimin bozulmasına mal olacak şekilde sizlerin maslahatına riayet etmem! Ben sizleri nasıl ıslah edeceğimi de çok iyi biliyorum, fakat sizleri ıslah etmemin, kendimi bozmama sebep olacağından korkuyorum!” Buradan bakınca imam Ali için, “ahlakî” ya da “zatî” adaletin ne kadar önem arz ettiğini anlamış oluyoruz! Ve yine onun için bu adaletin, “mevzuî adaletten” kat kat üstün olduğunu müşahede ediyoruz!
İşte burada “imam Ali neden mevzuî adaleti uygulamadı” gibi bir soru ile karşı karşıya kalabiliriz! Çünkü, bir yönetimi ayakta tutabilmek için tek başına “zatî adalet” yeterli olmuyor, genelin maslahatını da göz önünde bulundurmak icap ediyor!
Zira, daha önceden de işaret ettiğimiz gibi, yönetimin hedeflerinden birisi, “genelin maslahatını gözetmesidir!”
Hatta hukuki adaletin hilafına olacak şekilde olsa dahi, onu gözetmesi gerekir! Yani kanunların (yasanın) hilafına da olsa, orada mevzuî maslahatı icra etmelidir! Çünkü bakıyoruz ki nebi, Huneyn savaşında kanunun hilafına hareket etmiştir! Çünkü Kuran’daki kanun (Enfal: 41), ganimet olarak alınan humusun 4/5’inin yetime, yolda kalmışa, yoksula ve yakınlara verilmesini emrediyor olmasına rağmen, nebi kanunun hilafına hareket ediyor ve toplumsal maslahat uğruna, onların tümünü Kureyş kabilesine veriyor! Hatta kimi zaman bizim kendi ülkemizde de toplumsal maslahat icabı, hükümetler “genel af” ilan etmekte ve adi suç işleyenleri hapishanelerden çıkartmaktadır! Hatta çoğu zaman sivil halk protestolarında birtakım insanlar hükümet aleyhine sloganlar atıp, camları kırsa ve çevreye zarar vermiş olsalar dahi, o şahısların tümünü, yasalara aykırı olsa dahi, yine de hükümet bunlara, toplumsal maslahatı göz önüne alarak dokunmuyor ve herhangi bir cezai işlemde bulunmuyor! İşte buna “uzlaşma adaleti” (Yani çatışma yerine uzlaşma yoluyla bir konunun halledilmesi) denir! Fakat 20 kişi bir yere saldırsa ve orayı yakıp yıksa, bilindiği gibi polis onları tutuklayıp mahkemeye çıkarır! Hapse atar ve yıllarca da mahkûmiyet cezası verilir! Fakat yoğun bir halk kitlesi tarafından bu işler yapıldığı taktirde, toplumsal maslahat icabı devlet, “uzlaşmacı” bir tavır takınıp onların yaptıklarını görmezden gelir!
Şayet hükümet o halk kitlesi ile uzlaşmacı bir tavır takınmaz ise, kendisi yıkılıp gider! Bundan dolayı din veya hükümetler, halk yığınıyla birlikte “uzlaşma adaletini” uygulamışlardır ve hala da uygulamaktalar!
Daha doğrusu hükümetlerin adaleti, “maslahat adaletidir!” Fakat imam Ali bunu yapmıyordu! Yapmamasının sebebini de şöyle izah edebiliriz!
“Ahlaksal/zatî hak” hususunda hak Ali iledir! “Siyasi/Mevzuî hak” hususunda da hak, Muaviye iledir! Yani siyasette de genelin maslahatını riayet etme hakkı vardır! İmam Ali de bunun bilincindeydi ve maslahatçı adaleti uygulamadığından dolayı halkın, kendisinden memnun olmadığını da biliyor ve görüyordu! Bundan dolayı onun 4 yıl birkaç aylık hükümeti döneminde Küfe halkı aleyhine baş kaldırdı! Çünkü halk, onun aşırı derecedeki adaletinde razı değildi! Ekonomi bozulmuştu, fetihler yoluyla ganimetler elde edilmiyordu! Dışarıdan ganimet diye bir şey gelmiyordu! Yoğun bir şekilde iç savaşlar oluyordu!
Şayet bir toplum adalet ile güvenlikten birin tercihe zorlanırsa, elbette ki insanlar adaleti değil güvenliği tercih ederler! Çünkü güvenlik/emniyet insanın hayatıdır! İmam Ali dört yıl zarfında, Cemel, Sıffin ve Nehrivan savaşı gibi üç savaşla karşı karşıya kaldı! Bu savaşlarda binlerce insan öldü ve on binlerce çocuk yetim kaldı, kadınlar dul oldu! Dolayısıyla onun yönetimi altındaki insanlar, kendilerini güven içerisinde görmüyorlardı!
Demek ki bir hükümet için ilk derecede önemli olan şey, halkını güven ve emniyet içerisinde yaşatmaktır! Adalet ise ikinci derecede geliyor! Bu durumdan dolayı, bütün halk, hatta Başkent olarak seçtiği Kufe’ deki Hariciler vs. her taraftan onun aleyhine baş kaldırdılar! İmam Ali tüm bunları biliyor ve Nehcü’l- Belağa’da da kaydedildiği üzere bu konuları şöyle dillendiriyordu! “Bazen süsün helal yüzü görülür, ancak mümin ondan sakınır ve….”
Daha açıkçası imam Ali “mevzuî adaleti” uygulamıyordu! Çünkü onu uygulayan Muaviye’ye karşı, takva ehli olanların dahi onun oyununa gelip o oyunları yuttuklarını görüyordu! Buradan hareketle imam Ali’nin “mevzuî adaleti” niçin uygulamadığı hususunda şunları söylemek mümkündür:
Birincisi: İmam Ali kendini dinin imamı olarak görüyordu! Dinin imamı, Muaviye’nin tam zıddı olur! Çünkü Muaviye kendini bir Kral olarak görüyordu! Raşit halifeler de kendilerini hem dinin hem de dünyanın Sultanı olarak görüyorlardı. Fakat imam Ali, ilk önce kendini “dinde imam” olarak tasavvur ediyordu!
Böyle bir insanın, kendisini riyacı (gösterişçi) ve müdahaleci olarak görmesi ve göstermesi söz konusu olmazdı! Yani öyle yapsaydı, kendini öncelemiş olurdu. Çünkü dinin “tevhit, adalet, özgürlük, eşitlik, şura, men-i zarar/müdahalenin men-i, toplumsal yardımlaşma vs. gibi” ilkeleri vardır!
Yani din, değer ve ilkelere sahip olmayı gerektirir ve biz bu konuyu, imam Ali üzerinden laiklere söylüyoruz! Onlara diyoruz ki imam Ali hem din adamlığı kisvesini hem de dünyevi kisve olan devlet başkanlığını kendi üzerinde taşıyordu! Yani hem din hem de dünyevi boyutları kendi üzerinde cemetmeye gayret ediyordu! Bu da mümkün olmuyordu! Çünkü bu iki sorumluluğun birisi ilkeleri gerekli kılıyor ve insanın onlara riayet etmesini gerektiriyordu, diğeri de halkı memnun (“mevzuî adaleti” ihya) etmesini gerekli kılıyordu. Bu iki karpuz bir koltuğa sığmadığı için de imam Ali dini imamlığı dünyevi siyasete tercih etmiştir!
İkincisebebi de şudur: İmam Ali, insanlara “adil imamın” ne olduğunu anlatmak istiyordu! Yani özellikle de Emevîlere şunu göstermek istiyordu: “Dini meseleler, öyle Muaviye gibi halkın rızasını kazanmak için yapılacak şey değildir! Muaviye insanları adalet ile değil, zorbalık, korku, hırs ve hile ile yönetiyor!”
Yani imam Ali için hem dinin imamı olmak hem de insanlara para dağıtıp onları dünyevi şeylere sevk ederek yönetmek, uygun düşmüyordu! İnsanları ölüm ve zindan korkusu vs. ile yönetmek, dinî imamın işi değildir!
Daha doğrusu Muaviye, toplumun maslahatından daha çok kendi menfaatini göz önünde tutup öyle hareket ediyordu! Nitekim Muaviye’nin kendisi de imam Hasan ile sulh yaptığında, Küfe’ ye kadar gelip, halkı Küfe Camiinde topladı ve onlara hitaben şöyle dedi: “Benim sizin oruç tutup namaz kılmanızla işim olmaz! Benim işim, size hakimiyet kurmaktır ve size emirlik yapmaktır!”
Bu konuşmaların tümü, tarihte kayıtlıdır! Yani onun ne olduğunu Sünni Müslümanlar da çok iyi biliyorlar! Daha doğrusu Sünni Müslümanlar, onun adil olup olmadığı ve namaz kılıp kılmadığı hususuyla pek te ilgilenmiyorlar! Onlar (Sünniler) için önemli olan İslam’ı yaymak, fetihler gerçekleştirmek vs. dir!
Muaviye döneminde ise, fetihler ve İslam’ın yayılması gerçekleşti, ganimetler ele geçirildi! Kısacası Sünni Müslümanların Sultandan bekledikleri şey, güçlü ve geniş bir devlettir. Fakat bu, imam Ali döneminde gerçekleşmedi!
Üçüncü sebebi ise, imam Ali “adil bir imam nasıl olur” onun örneğini oluşturmak ve bunu, genelde Müslümanlara ve özelde de Emevîlere izah etmek istiyordu! Bundan dolayı, ondan sonraki baş gösteren tüm kıyamlar, imam Ali’yi örnek alarak başkaldırılarını gerçekleştirmiş ve onu adil bir hâkim olarak görmüşlerdir! Çünkü isyancılar, imam Ali ile Muaviye’nin arasındaki yer ile gök kadar olan farklılığı görebiliyorlardı!
Zira Emevî halifelerde servet, cariye, köle ve güç, aşıp taşmıştı! İmam Ali’den önce Emevî halifesi Osman b. Affan döneminde devlet makamları ve coğrafyanın tüm bölgeleri, Beytü’l- Mal vs. Emevîler arasında taksim edilmiş ve Müslümanlara hiçbir şey bırakılmamıştı!
Bunları göz önüne alarak imam Ali, yeniden bir düzen oluşturmak istedi ve salih bir yönetici nasıl olur, onu ortaya koymaya çalıştı! Kendisinin bu yolda öldürüleceğini de biliyordu! Çükü bu yaptıkları, kendinden öncekilerin yaptıklarının tam tersineydi! Dolayısıyla adalet ile hükümet ayrı şeylerdir!
İşte burada yine dönüp dolaşıp şu soruyu soruyoruz: “Acaba imam Ali adil biri miydi?”
Bu soruya da şu cevabı verdiler: İmam Ali, zatî ve ahlakî adalete sahip bir şahsiyetti! Fakat mevzuî adalette, yani genel halkın maslahatına riayet etmede adaletli olma ölçüsü onunla uyuşmuyordu! Bundan dolayı da başarısız kaldı, Küfe halkı ve tüm müminler ondan razı değillerdi! Çünkü adalet ile emniyet (savaştan dolayı ölüm ile kalım) arasında bir tercihte bulunmak icap eder ise, halk kalmayı ve emniyette olmayı tercih eder! Ayrıca siyasi otoritelerin hedeflerinden birisi de halkın emniyetini sağlamaktır! Muaviye döneminde de 20 yıl boyunca halk içerisinde güven ortamı hâkim oldu! Halk, Muaviye’nin zatî ve ahlakî adaletinin bulunmadığını bilmelerine rağmen, onun toplum içerisinde mevzuî adaleti gerçekleştirdiği için ona teslim olmuşlardı. Onun getirdiği ganimetler vs. vasıtasıyla da Müslümanların ekonomik boyutlarında iyileşmeler oldu!
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.
Facebook Yorum