İstanbul
06 Haziran, 2025, Cuma
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

HAC/HAJJ İLE İLGİLİ İKİ KONU! -1

03 Haziran 2025, Salı 23:11

BİRİNCİSİ ŞUDUR:

İslam’ın 5 şartından biri olarak kabul edilen hac, ilk dönemlerde faydalıydı! Zira farklı kabilelerden insanlar o mekanlarda bir araya gelip birbirleriyle tanışır ve birlikte sorunlarına çözüm ararlardı. Ayrıca, o dönemde Kureyş kabilesi dışındaki diğer kabilelerde hayli yoksulluk vardı ve birçoğu günü birlik yaşıyordu. Mekke çevresinde yaşayan cömert insanlar deve, koyun ve zirai ürünlerini getirip, o bölgedeki yoksullar arasında paylaşıyorlardı!

Kısacası o dönemde Müslümanların merkezi, Mekke ve Medine idi! Kendi aralarındaki buluşma ve yardımlaşmaları, o iki bölgede gerçekleşiyordu! Fakat şu anda, dünya çapında gerçekleştirilen daha büyük plan ve projelerin bulunduğunu ve çokça da yararlı olduğunu söyleyebiliriz! Örneğin her 4 yılda bir dünyanın farklı ülkelerinde yapılan olimpiyat toplantılarını buna örnek gösterebiliriz!

Olimpiyat ruhu; barış, dostluk ve rekabetin bir arada olduğu küresel etkinliği temsil eder! Bu olay, tarihi olarak Yunanistan’da Zeus onuruna yapılan yarışmalarda “Olimpiyat” olarak adlandırılmıştır!

Zeus, Yunan mitolojisinde Olimpos dağının ilahı ve tanrıların babası olarak bilinir! Aynı zamanda gök gürültüsü ve yıldırımın tanrısı olan Zeus, adaletin koruyucusu ve düzenin sağlayıcısıdır!

Olimpiyat” Fransızca kökenli olup, uluslararası spor yarışmalarını ifade eder!

Kısacası her 4 yılda bir, dünyanın farklı yerlerinden milyonlarca insan bir şehirde toplanıp hem kaynayıp kavuşuyor ve hem de eğlenmekteler! Ayrıca bu vesile ile tüm dünya ülkeleri arasında bir dayanışma da oluşuyor!

Bu milyonları oluşturanlar, farklı inanç ve kültürlerden olan insanlardır! Ve bu gibi teşebbüsler, oldukça taktire şayan ve çok güzel işlerden biridir!

Fakat hac ibadeti yalnızca Müslümanların kendi aralarında olmasına rağmen, Müslüman ümmeti oluşturan Sünni ve Şiiler, kendi aralarında hala dahi bir türlü sulh etmeyi başaramamışlardır! Oysaki her iki kesimin iddiasına göre hac, her yıl “Müslümanların kendi aralarında gerçekleştirdikleri vahdet kongresidir!” Fakat bu nasıl bir vahdet toplantısı ki, Sünni ile Şiiler arasında işlenen cinayetler her geçen yıl daha da artıyor! Görünen o ki, bin yıldan bu tarafa bu iki kesim arasındaki dökülen kan, adeta bir Nehir’e dönüşmüştür! Peki haccın sulhu bu mudur?

Gerçek şu ki, Müslümanların hacdaki birliktelikleri, kalp ve ruhlarıyla değil, bedenleriyledir! Sünni ve Şii alimleri oraya kendi mezheplerini yaymak için gidiyorlar! Vahhabiler de öyle! Bunlar da Vahhabiliği propaganda etmek için her yıl milyonlarca dolar harcıyorlar! Hacıların eline kendi propagandaları olan kitapları tutuşturuyorlar. Bu yetmemiş gibi konferanslar da tertipleyip kendi düşüncelerini yayıyor ve kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ediyorlar! Bu hareketleriyle aralarındaki ayrımcılığı daha da derinleştiriyorlar! Dolayısıyla hac, vahdet için değil, Müslümanlar arasında tefrika yaratmak için art niyetliler açısından bulunmaz bir nimet oluyor! Halbuki Kuran “Gelsinler, kendilerine ait bir takım (Maddi-Manevi) menfaatlere şahit olsunlar!” Hac: 28) diyor. Oysaki her yıl dünyanın her tarafından ve her ırk ve kültürden milyonlarca insan hacca gidiyor, en değerli varlıkları olan can ve mallarını ortaya koyuyor ve milyarlarca dolar para ve trilyonlarca saat zaman harcıyorlar! Her yıl bir çok insan hayatını kaybediyor, yine de sonuç olarak bakıyorsunuz hayatta kalıp dönebilenler, o yaptıklarına karşılık oradan bir tek “hacı” ismini ve bir bidon da zemzem suyunu alıp, ilaveten bir de içlerini ırkçılık ve kardeşinin kiniyle doldurup öyle dönüyorlar. Onun dışında başka bir şey elde edemiyorlar!

Daha doğrusu hacca gidenler, bir taraftan maddi ve manevi o kadar güç kaybına uğruyor, diğer taraftan da ırksal taassuplarını güçlendirip, mezhepsel inançlarının da dogmatik olduğunu pekiştirip öyle dönüyor ve ömür boyu da cahil kalıyorlar!

Şöyle bir soru akla gelebilir: “Acaba Müslümanların yaptıkları bu işlerin kaynağı neye dayanıyor? Hacca giderken orada neden hiçbir değişime uğramadan gittikleri gibi ve hatta biraz da bozularak dönüp geliyorlar?

Buna verilecek cevap şu olabilir:

- “Müslümanların yaptığı her işin kaynağı, kendini “Allah’ın kulu” olarak görmesidir! Zira “kul”, efendisinden korkup çekinen demektir! Dolayısıyla Müslümanlardaki “kul” algısı üzerinden, örneğin cehennem, kabir azabı, Allah korkusu vs. gibi bolca korkular yaratılmıştır! İşte bu korkular, Müslüman insanın kendini yenilemesine engel olan en büyük etkendir! Çünkü Müslüman biri, sürekli korku içerisinde bulunduğu için, o korkularından kurtulmak ya da o azapları biraz olsun hafifletmek kastıyla sürekli para ve zamanını ihsan yemeği vermek, ikramda bulunmak, hac ve ziyaret yerlerine gitmek için harcıyordur!

Diğer bir ifadeyle; Müslüman insan kabir azabından korkuyordur, çünkü dünya hayatında hayli günah işlemiştir! Parasını hacca, diğer ziyaret yerlerine, ihsan yemeği vermeye, insanlara karşılıksız ikramda bulunmaya ve humusa harcamakla, günahlarından kurtulacağını tasavvur ediyordur! Yani Müslümana diyorlar ki, örneğin humus vermeyenin kazanç, yiyecek ve evlatları haramdır! Aslında bu sözlerin tümü, Müslümanın kalbine korku salmaktır, onun düşünsel enerjisini tüketmek ve din adamlarına destek olmalarını temin etmektir! Çünkü din adamları yukarıda isimlerini saydığım şeyler üzerinden insanların akıllarına hakimiyet kurmak isterler! Ayrıca din adamları, insanların zihnine: “Sen bir kulsun, şunları yapmaz isen kabir azabı çekeceksin, cehenneme gireceksin ve amellerin tümüyle batıl olacaktır” korkusunu da dikmişlerdir!

Bu korkuların insanlar üzerinde ne kadar da menfi sonuçlar bıraktığını daha şimdilerde görmekteyiz! Daha açık konuşmak gerekirse bunların tümü, taklitçi İslam’ın başının altından çıkmış şeylerdir!

Medeni İslam’a gelince; bu algıdaki İslam, Kuran ve sahih sünnet ile iç içedir ve şöyle der: “Naslardan gafil kalmamalıyız!” İmam Ali de Nehcü’l- Belağa’ da şöyle der: “Kuran birçok anlam taşıyandır!

İmam Ali’nin bu sözünden hareketle diyebiliriz ki, Kuran’ın taşıdığı “birçok anlamlar” dan biri de “medeni İslam” algısıdır! Çünkü Kuran’ın kendisi de buna şöyle işaret etmiştir:

-Şüphesiz, iman edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanların mükafatları Rableri katındadır. Onlar için ne bir korku vardır ne de üzüleceklerdir!” (Bakara: 62)

Peki, biz Müslümanlar Şii’siyle Sünni’siyle böyle bu gibi ayetlere niçin sarılmıyoruz? Yani şayet Hıristiyan, Yahudi ve Sabiiler iyi insanlar olur ve cennete girerlerse, o taktirde Sünni ve Şii bir Müslüman öncelikli olarak niçin cennete girmesin ve her zaman birbirlerini boğazlamış olsunlar? Buradan hareketle diyebiliriz ki biz Müslümanlar, güzel ve salih/iyi olan insanlar yetiştirme peşinde olmalıyız! Dolayısıyla Şii din adamlarının milyonlarca doları harcayıp Afrika ve Avrupa’da insanları Şii yapmak için harcamaları ve yine Sünni din adamlarının da aynen öyle yapmaları, abes ile iştigalden başka bir şey değildir!

Ben; her iki kesim din adamlarına şunu derim:

- “Sünni ve Şii din adamları olarak sizler ve tüm dini müesseseler, kendi ekollerinize müntesip olan insanlara ilgi gösteriniz! Onlardan salih/iyi insanlar oluşturma gayretine giriniz! Bizim Sünni birinin gelip Şii ya da Şii birinin gelip Sünni olmasına ihtiyacımız yoktur! Bununla dine ve topluma büyük bir destekte bulunduğumuzu tasavvur etmemiz, boş bir hayalden başka bir şey değildir!

Şii ya da Sünni’yi iyi bir insana çevirmek için gayret sarfetmeliyiz! Neden bu Şii veya Sünni insan, yaşadığı müddetçe sürekli yalan konuşsun, hırsız olsun, kanunlara saygın davranmasın, tüm dünyaya zarar versin ve yalnızca Şii ya da Sünni olmaktan haz alsın ve ömrünün sonuna dek kıyamet günü şayet Şii ise imam Hüseyin’in, Sünni ise de sahabe-i kiramın kendisine şefaatçi olacağı ile avunup dursun?

Şunu da arz edeyim ki; “Medeni İslam” açısından insan, Yaratıcısı tarafından varlığın merkezine konulmuş değildir! Fakat kendisine varlık alemini teshir edecek ve kendi hizmetine alacak güç verilmiştir! Yani Allah varlık alemini insanın hizmetine vermiş değildir! Onu kendi hizmetine alabilecek bir gücü insana vermiştir! Bu iki düşüncenin arasında büyük fark vardır!

Din adamları der ki Allah, evreni insanın hizmetine vermiştir! Yani onlar, Allah’ı insana hizmetçi gözünde görmekteler! Biz de diyoruz ki; “İnsanın kendisinde evreni kendine hizmet ettirecek bir güç mevcuttur!” Bu nedenle insan, tabiatı dahi değiştirebilir! Nitekim çekim gücü ile insan, birtakım yasaları kendi emri altına almış ve bununla da uçak ve roketler yapmıştır! Bu roketler de tabiat yasalarını alt etmiştir! İşte bu insan, tabiatı emri altına alır! Yani bu, “insanda tabii yasaları değiştirecek bir gücün!” bulunduğu anlamına gelir!

Fakat eski görüşlere sahip olan dindar insanlar, yalnızca yerlerinde oturur ve evreni izlemekle yetinirler! İşte bu gibi insanların evren üzerinde değişiklik yapma hakları yoktur! Şayet bir sel oluşursa, onlara göre bu, bir kaza ve kader olur! Yine bir hastalık çıksa, bu da kaza ve kader olur! Fakat medeni Müslümanlar derler ki hayır, sel olursa, onun vereceği zararları önlemek için önüne set çekilmeli, hastalık çıkar ise, onun çıkış nedenleri araştırılmalı ve ona göre tedavisi bulunup kökünden yok edilmeli vs! Ama eski dindarlar, hayır derler! Bunlarla uğraşmayalım, yalnızca dua edelim, Allah’a yalvarıp yakaralım! Şayet iyileşme olur ise, Allah bunu halletti diyelim, iyileşme olmaz ise, “ilahi kaza ve kader buymuş” deyip yine işi Allah’ın üzerine yıkalım! Dolayısıyla eski Müslümanlarda, evreni değiştirmek için bir yenilik söz konusu değildir!

Özetlersek, muasır insan yeni dini görüşler üzerinden meselelere baktığı için kendisinin, “evreni ve tabiat yasalarını değiştirecek bir güce sahip olduğunu düşünmektedir!

*  *  *

Buraya kadar söylediklerimiz bireylerle ilgili konuydu! Şimdi de toplumla ilgili olan bölüme değineceğiz:

- “Şunu açıkça söyleyelim ki, insanın “Müslüman” olmasının ve o kimliği almasının herhangi bir değeri yoktur! Diğer bir deyişle “Müslümanlık vasfı”, hiçbir insana herhangi bir katkı sunmaz! Müslüman olmayanlara koyun ve davar yakıştırması da asla doğru değildir! Onun öldürülmesinin vacip olduğu görüşü de doğru bir görüş değildir!

Bizim düşüncemizde insanın değeri, taşıdığı vasıf ile değil, zatıyladır! Yani bir varlık “insan” olması hasebiyle ister iyi insan olsun ister kötü, “zaten” değerlidir! Şayet iyi insan olur ise, bunun tabi ki başka bir değeri olur ve bu türden değerler “kesbî değerlerdir!” “Zati değeri” ise, onun insan oluşudur! Daha açıkçası, onun “zati” değeri “insan” oluşudur, onun dışındaki tüm değerler, “kesbi” değerlerdir! Ve bu görüş, “insan hakları” ile de uyum içerisindedir! Yani biz toplumumuzdaki bizden olan ya da olmayan her insan için, “insan olması hasebiyle” ona karşı saygın olmalıyız! Artık bu Türk’tür, bu değildir, bu Sünni’dir, şu değildir, bu Müslümandır, şu değildir vs. gibi ayırımlar yapmadan, tümüne eşit bir şekilde saygı göstermeliyiz!

Söylediğim bu görüş, insanlık olarak tümümüzün amel etmesi gereken bir konudur! Bunu, eski görüşler üzerinden değerlendirmememiz gerekir! Çünkü eski görüşler, din, mezhep, ırk vs. üzerinden oluşan görüşlerdir! Eski dindarların bakışları hep Müslüman- gayri Müslim, Sünni- gayri Sünni, Türk-gayri Türk vs. arasında nifak yaratmak üzerine kuruludur. Örneğin kimi Sünniler derler ki, Şiiler/Aleviler kafirdir ve onların katli vaciptir! Yani bu gibi düşünce ve inanışlar insanı, zatının dışındaki şeyler üzerinden değerlendirmektir! İşte belanın kaynağı da budur!

Aslında her kesin kendisi için şöyle bir sorusu olmalı: “Acaba benim kendi hakkımda bir görüşüm var mıdır ve vardırsa nedir?

Yani bir insan kendi nefsi için nasıl bir “sınırlama” getiriyor, ona bakması lazım! “Sen kendini nasıl tanımlıyorsun?” onu göz önünde tutmalısın! Bu, çok önemli bir konudur!

Şayet insan, eski bakış açısı üzerinden kendine bakar ise, kendini bir “kul” olarak görür ve böyle görmesi hasebiyle de bu gibi durumda, kendine “hayli suçları bulunan bir varlık” olarak bakar! Fakat bizim görüşümüze göre insan “kul” değil, özgür bir varlıktır! İnsan Allah’ın halifesidir! O’nun naibi ve vekilidir! Bu söylediğimiz sözler ile ilgili kaynaklar da vardır!

Kuran’ın kendisi birkaç yerde insanın, Allah’ın halifesi olduğunu söylemektedir! Onlardan birisi şu ayettir: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara: 30) Dolayısıyla biz insana, “Allah’ın kulu” dememeliyiz, ona “Allah’ın halifesi” demeliyiz! Halife kuldan ayrı bir şeydir! Kul, efendisinin emrini yerine getirmekten başka herhangi bir hakka sahip değildir! Efendisi ona falan işi yap ya da yapma diye emrederse, o iş orada biter! Çünkü efendisi kulunun elini ve kolunu, koyduğu kanunlar ile bağlar! Fakat Allah’ın vekili ve halifesi öyle değildir!

Örneğin sizin bir ticarethanenizin bulunduğunu farz ediniz! Oraya satılması için birtakım eşyalar koymuşsunuz! İşçilerinizden birisini de o eşyanın başına satış elemanı olarak dikmişsiniz! Ona bir talimat veriyorsunuz; işte şu malı şu fiyata, şunu da şu fiyata satacaksın demişsiniz! Yani her malın fiyatını belirlemiş ve o fiyatlar üzerinden satması talimatını vermişsiniz!

Şayet o eşyaların satışı için onların üzerine bir işçi değil, sizi temsil edecek bir vekil/halife tayin eder iseniz, o eşyalara fiyat belirlemeye ihtiyaç kalmaz! Çünkü başındaki şahıs sizin vekilinizdir ve istediği fiyata o eşyaları satışa sunabilir!

Bizler ile Allah’ın durumu da öyledir! Yani Allah bizi kendine halife olarak atamıştır! Bizler O’nun yeryüzündeki vekilleriyiz! Dolayısıyla da bizler özgür ve yaratıcıyız! Bunun da anlamı şudur: “İnsan, her şeyden yenilikler icat edebilir! Çünkü insan, Yaratıcının vekilidir ve O’nun vekili de yaratıcı olmalıdır!

Yani o insan, eskimiş görüşlere kendini bağımlı hissetmemeli! Onun o eskimiş kanunlara uyum sağlaması da şart değildir. İnsan, yeni kanunlar icat edebilmeli! Yeni görüşlere sahip olabilmeli! Tüm dünyaya fikir sunabilmeli! Çünkü insan, temsil ettiği Rabbi gibi görüşlerinde sürekli yenilikler oluşturmaktadır! “O, her an bir iştedir!” (Rahman: 20)

Daha açıkçası, Allah’ın halifesi demek, Allah’tan sonra en yüce varlık demektir! Yani her insanın kalbinde “uluhiyet/yücelik” düşüncesi vardır ve kalbinde uluhiyet tohumu taşıyordur! İşte bu, çok yüce ve de azametli bir görüştür! Çünkü Kuran: “Ona kendi ruhumdan üflediğimde!” (Hicr: 29) diyor! Yani insanda ilahi ruh vardır! O taktirde insan, kendini bin yıl önceki kanunlara bağlı görmemelidir!

BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum