YETMİŞ İKİ MİLLETE BİR GÖZ İLE BAKMAK
30 Haziran 2025, Pazartesi 20:08Tasavvufun derin ikliminde, yüzyıllardır ağızdan ağıza taşınan bir ifade vardır: “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmak.” Bu söz, ilk bakışta hoşgörü çağrışımı yapsa da aslında çok daha derin bir tevhid nazarına dayanır. Bu yazımızda, o nazarın mahiyetini ve bir arifin hayata, tarihe, inanca, şahıslara bakıştaki terazisini ele almaya çalışacağız.
Toplumlarda hangi inanca, mezhebe ya da felsefeye mensup olunursa olunsun; insanlık dediğimiz mefhuma hayat veren bazı temel ilkeler vardır: Çalmamak, öldürmemek, iftira atmamak, yalan söylememek, zulmetmemek...
Bir arifin terazisi, bu ilkelerden mahrum değildir. Bilakis onun ölçüsü, şekille değil hakikatle ilgilidir. Farklı yaşam biçimleri, inançlar, siyasi görüşler ancak bu mihenk taşına vurularak anlaşılır. Eğer bir duruş teorik olarak bu evrensel değerlerle çelişmiyorsa, o inanç ya da düşünce biçimi bir sapkınlık değil; bir zenginliktir, renktir, Hakikatin farklı bir elbisesidir.
Bektaşi meşrebinde buna dair veciz bir düstur vardır:
"Eline, beline, diline sahip ol."
Bu üç temel; hem zahiri hem de batıni ahlakın temelidir. Ancak unutmamak gerekir ki:
Mihenk taşı da taştır; onu tutan el nefsin mi, yoksa Hakk’ın eli mi, ona bak.
Doğruyu savunmak da bir iddiadır; eğer o iddia nefsin gücünü göstermek içinse, arif onu da reddeder. Zira en tehlikeli benlik, "haklıyım" kisvesiyle giyinen kibirdir.
Tasavvuf yolunda aydınlanma birdenbire gelen bir aydınlık değil, uzun bir seyrin içinde açılan bir pencere gibidir. Kimi zaman bir sözle, kimi zaman bir yüzle, bazen bir hüsranla, bazen bir dost nazarıyla başlar.
Fakat bu uyanış, tam ve nihai bir "olma" değil; başlamadır. Tıpkı bir okuyucunun dediği gibi:
"20 yaşındaki ben ile 50 yaşındaki ben aynı kişi mi? Eğer doğduğumuz gibi kaldıysak, gerçekten yaşadık mı?"
Bu soru, her dervişin kendi içinde yüzleşmesi gereken bir "hal aynası"dır. Aydınlanma, doğrunun tamamına ulaşmak değil; ön yargıdan kurtulma iradesidir.
İbnü’l-Arabî bu noktada şöyle der:
"Bir arif, kendi hakikatine arif olduğu zaman bir itikada bağlanırken, diğerlerini reddetmez."
Yani kişi kendi varlığındaki Hakk’ı idrak ettiğinde, başka suretlerdeki tezahürlere karşı kibir taşımaz. Aydınlanma; hakikati mutlak bilmek değil, başkasının suretinde Hakk’ı arama edeple yetkinleşmektir.
Hakikatin izini süren bir arif; hem kendi geçmiş haline, hem de karşısındakine merhametle bakar. Çünkü bilir ki herkes, kendi nasibi kadar seyreder.
Hak, halktan ayrı değildir. Hak batın idi, halkta zahir oldu. O hâlde halkın hayrına olan her eylem, Hakk’ın da rızasına daha yakındır. Lakin burada ince bir ayrım başlar: Biz tarihte yaşamış şahsiyetleri, kendi gözümüzle değil, bize anlatılan suretleriyle tanırız.
Bir okuyucu şöyle der:
“Onlar Ömer’i tanımadı; kendilerine anlatılan Ömer’e göre bir tavır sergiliyorlar.”
Bir kişi, adaletli bir Ömer’i savunabilir. Bu, onun övgüsüdür; bir başkası ise hoyratlıkla anılan bir Ömer’e mesafe koyabilir, bu da onun çekincesidir. Bu iki can aslında aynı kişiye değil, iki farklı anlatıya tepki veriyor.
O hâlde arif kişi isimlerle değil; eylemlerle ve öğretilerle hüküm verir. Zira isim kalır, şekil geçer; ama hâl ve adalet baki kalır.
Bu yüzden geçmişin figürlerini değerlendirirken, mesele şahıslar değil; o şahıslara atfedilen ahlâkî duruşlardır. Bir anlatı toplumu ayrıştırıyorsa, zulme bahane oluyorsa; arif ona mesafeli durur. Çünkü onun ölçüsü Hakk’ın tecellisidir, halkın hayrıdır, adaletin kemâlidir.
“Zamanın tanığı olmayan, hükümde mazur kalır.” der bir Arif, bilmediğini inkâr etmez; anlamadığını küçümsemez.
Görüşe Bakarak İnsanları Kategorize Etmek: Ayrılığın ve Savaşın Başladığı Nokta
Modern toplumların en temel zaaflarından biri, bir inanç, görüş ya da ideolojik çerçeve üzerinden insanları kategorize ederek topyekûn hüküm vermektir. Teoriler ve inançlar, onları yaşayan insanların bireysel pratiğiyle birleşmeden eksik kalır. Oysa bugün birçok insan, sadece bir kimlik yaftası üzerinden ya yüceltiliyor ya da mahkûm ediliyor.
Bir insanın hangi mezhebe, hangi siyasî görüşe, hangi düşünsel çizgiye mensup olduğuna bakılarak yapılan yargılar; insanların birbirine karşı kalkanlarını kaldırıp, kılıçlarını sıyırmasına sebep oluyor. Bu da toplumu birleştirmek yerine, daha da kutuplaştırıyor.
Arif kişi bilir ki, hiçbir görüş tek başına insanı ne aziz kılar ne de zelil. Esas olan o görüşün eyleme nasıl döküldüğü ve bireyin onu nasıl yaşadığıdır. Dolayısıyla arif, teoriyi değil, pratiği tartar; mezhebi değil, merhameti ölçer.
Netice: Yetmiş İki Millete Bir Gözle Bakmak Nedir?
Bu; sadece hoşgörü değil, vahdetin idrakidir. Yani her sûretin ardında bir tek Sûrî olmayanın olduğuna iman etmektir. Irk, mezhep, inanç, meşrep değil; eylem, niyet ve haldir esas olan.
Bir can, başka bir yol üzere olabilir. Eğer o yol, teoride kimseye zulmetmiyor, adaleti gözetiyor, hakkı yüceltmeye niyetliyse; o yol da Hakk’a giden yollardandır. Çünkü:
“Renkler surette ayrıdır, ama hepsinin özü ışıktır.”
Ve bil ki, arif kişi hüküm vermez; seyreder, tartar, bekler. Çünkü onun terazisi zahire değil, bâtına ayarlıdır. Ve bâtını gören, çoklukta birliği bulur.
Bu yazı, bir hüküm değil; bir nazardır. Hüküm vereni değil, birlikte düşüneni çoğaltmak içindir.
Ya Rab, suretlerin çokluğunda seni unutturma.
Bizi menzilde sabit kıl.
Kendini bilenlerden, bildiğini kibir edinmeyenlerden eyle.
Hû diyelim...
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.
Facebook Yorum