İstanbul
24 Ekim, 2025, Cuma
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

YILDIRIM BAYAZİD’İN: OĞLU “SELİM ŞAH”A BEDDEASI: 2

22 Ekim 2025, Çarşamba 19:57

Yavuz Selim Sultan’a babası tarafından yapılan bedduadan ziyade ikinci asıl beddua ise Onun “şahlığı şeyhliğe” çevirmesi nedeniyle Şah İsmail taraftarı Türkmenlerin yaptığı beddua olsa gerek. Çünkü, bu “şah” unvanı zamanla “padişah”a dönüşür ki, bu sıfat İran’da Pehlevice: “pad-şah”; “ulu şah” anlamındadır. Günümüzde ise çoğunlukla “paşa” olarak ifade edilir. Türk Tarihinde ilk defa Urfa yöresinde “şah” unvanı ile tarih sahnesine çıkıp, adı ile değil de askeri misyonu ile anılan komutan Salar-ı Horasan’dır.

“Arapların 458 (M.1065) yılında ve Yunanlıların 1377 (M.1066) senesinde Sultan Alparslan Harzem’e gitti ve oğlu Salar Şah’ı buraya tayin ederek kendisi Nişapur’a döndü.”1.

“Osmanlı’da Yavuz Selim sadece güçlü bir siyasi liderdir, önemli bir padişahtır. Şah İsmail Safavi hem siyasi lider olarak “şah”tır, hem de ruhani liderdir. Hatta Aleviler onu “Mehdi donunda” görmektedirler.”2

Türk devlet adamı ve tasavvuf erenlerinin “şah” unvanın inançsal olduğu bilinmektedir. Ancak bu “şah” Şah İsmail’de inançsal ve yönetsel, olarak “hem şah hem de padişah” sıfatı ile münezzeh idi. Yavuz Sultan Selim de ise, sadece yönetsel bir özümseme olup, Yavuz, Türk Töresini hilafet adına heba ettikten sonra “Sultan”ı yeğler. Bunu Diyarbakır’da bastırdığı sikkelerin üzerindeki “şah” unvanından anlamak mümkündür.

“Yavuz Sultan Selim, Şah unvanını çok sevdiği, nitekim paralarının pek çoğunda veya hepsinde “Sultan Selim Şah” unvanının görülmesiyle anlaşılıyor.”3

Bu itibarla unvanların tarihsel, inançsal ve kültürel değerleri olduğundan Türk Devlet Geleneğinde “şah” unvanını irdelediğimizde Şah İsmail ile Selim Şah’ın husumetinin “şer’î” dünya görüşlerinden kaynaklandığı görülmektedir.

“Şah İsmail’in Âmid’in fethi ve Diyarbakır bölgesinin zaptı anısına kesilmiş iki sikkesi vardır. Her ikisi de altındır. Üzerinde Âmid’de kesildiği yazılıdır.

Bunlardan biri 911 (m.1506) tarihlidir (Şekil 15, Nu.4) Paranın bir yüzünde: El-Sultan el-adil el-kâmil… Ebû’ı-muzaffer Şah İsmail el-Safavî halladallahu mulkehu, Amid 911 seneti; diğer yüzünde: -kare içinde- Lâ ilâhe illallah Muhammed Resûlullah Ali Veliyullah, üstte; Muhammed, Hasan, Ali; altta; Allah, Muhammed, Hüseyin, Ali; sağda. Musa, Cafer, Ali; solda. Muhammed, Hasan, Ali yazılıdır.

İkinci sikke tarihsizdir. Bir yüzünde: Şah İsmail Bahadır Han, duribe Âmid; etrafında. El-sultan el-adil el-kâmil el-vali ebu’l-muzaffer halladallahu mükehu ve diğer yüzünde. Yine kare içinde, Lâ ilâhe illallah Muhammed Resûlullah Ali veliyullah; üstte. Musa, Cafer, Ali, sağda. Muhammed, Hüseyin, Ali; altta: Muhammed, Hasan, Ali; solda: Hüseyin, Ali yazılıdır.”4.

Yavuz Sultan Selim Han’ın Diyarbakır’da kestirdiği sikkelerinde de “şah” unvanı dikkat çeker.

“Yavuz Sultan Selim’in Âmid’de kestirdiği sikkelerin adedi, tesbit edebildiğimiz kadarıyla, on ikisi altın, yedisi gümüş ve on üçü bakır olmak üzere, otuz ikidir. Bu sikkelerde Sultan Selim Şah bin Beyazit Han denilmek suretiyle, Yavuz Sultan Selim için “şah” unvanının kullanıldığını görmekteyiz. Bu sebeple bu paralara, Şahî sikkeler de denilmektedir. Osmanlı Padişahlarından hiçbiri Şah unvanıyla anılmamıştır.

Şahî paraların ihdası Yavuz zamanında olmuştur. Şah unvanı Kanunî Sultan Süleyman ve oğlu II. Selim’in 974 (m.1566) tarihli paralarda da kullanılmıştır. Daha sonra, Diyarbekir Beylerbeyisi ve defterdarlarına gönderilen 22 Zilkade 980 (27 Mart 1573) tarihli bir hükümde, Âmid darphanesinde Selimî adıyla yeni akça kesilmesi ve Şahî denilen sikkelerin kaldırılıp yasaklanması buyrulmuştur. Bu sikkelerin bir örneğini vermekle yetineceğiz.

Altın sikkelerden birinin ön yüzünde: Sultan Selim Şah bin Beyazid Han azze nasruhu fi duribe Âmid sene 918, diğer yüzünde: Daribün nadri sahibül izzi vennasri filberri velbahr yazılıdır. (Şekil 17, Nu,6) Sikke 19 mm. Kutrunda, 3,40 gr. Ağırlığındadır.)”5.

Urfa’da ise “şah” sıfatını, Şahkulu vakfı ve Osmanlı Tahrir Defterleri’nde Abdurrahman Dede zaviyesinin vakıf gelirlerinin “berat-ı şahi” (Şahberatı) ile zaviyedara bırakıldığını görmekteyiz.

“XVI. Yüzyılda bu zâviyelerin fonksiyonu, kaynağı vakıf gelirleri olmak kaydiyle, genellikle, “berât-ı şâhî” ile zâviyede şeyhlik eden zâviyedârın âyende ve revendeye hizmet vermesi şeklindedir.”6. Sayın Nejat Birdoğan bir tespitinde; “Alevilerde şeyh adı olmadığını belirtir.”7.

Alevi-Bektaşilikte “şeyh” unvanı olmayıp, “şah” vardır ki, bu da zamanla Urfa’da “şıh-şeyh” unvanına dönüşmüştür. Şah unvan ve kavramı özellikle Diyarbakır’da öyle özümsenmiştir ki, bazı şairler “şah” unvanını ad, unvan ve mahlas olarak kullanmışlardır.

“Şahî: XVI. Yüzyılın birinci yarısında yaşamış Diyarbakırlı şairlerdendir. Şah İsmail tarafından korunduğu, ona ve tarikatına karşı büyük bir sevgi beslediği için Şahî mahlasını aldığı söylenilmektedir. Divan’ı bulunamamıştır. Çeşitli mecmualarda şiirleri vardır.”8

Böylesine özümsenmiş bir unvan, Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim arasında geçen Çaldıran Savaşından sonra özellikle Yavuz’u yönlendirenler “Şahkulu” deyimini “Şeytankulu” olarak yorumlayanlar tarafından dışlandığı gibi bazı inançsal değerlerinde yasaklandığı görülür.

Örneğin; “Bayramî tarikatında başlangıçta Şah İsmail’in babası, Şeyh Haydar’ın bulduğu on iki dilimli, kavuk şeklindeki kırmızı başlık giyilirken, Erdebil* sufilerine duyulan rahatsızlıktan dolayı bu başlık Ak Çuha olarak değiştirilmiştir.”9.

Çünkü, “Hacı Bayram-ı Veli, Ankara’da irşad ve bilimle geçen ve çığ gibi büyüyen tarikatının kimi çevrelerde korku ve kuşku uyandırması ile Sultan II. Murad’a şikâyet edilir. Hacı Bayram-ı Veli, II. Murad tarafından Edirne’ye çağrılır. Ancak, Sultan, Hacı Bayram-ı Veli ile karşılıklı görüştükten sonra ihbarın asılsız olduğunu anlar ve onu söz ve davranışlarıyla onurlandırır.”10

Anadolu ve İran coğrafyasında devlet adamlarının unvanlarına damgasını vurmuş bu “şah” unvanının hafızalardan ve yazılı kaynaklardan silinmesinin nedeni nedir? Sorusuna cevap arandığında Yavuz Sultan Selim ile Yeniçeri askerleri arasında geçen şu diyalogda ortaya çıkmaktadır: “Yeniçeri ağası ve ordunun ileri gelenleri şöyle cevap verdi: bizim ve askerlerimizin istediği şey bu büyük fethe kanaat etmek ve çabucak Rum ülkesine dönmektir. Sultan bu isteğin sebebini sorunca cevaplarını yazılı olarak takdim etmek için yirmi dört saat mühlet istediler.

Ertesi gün askerlerin arîzası sultana gönderildi: “Kırk beş bine yakın insan bizim memleketimizde yirmı bine yakın da İran topraklarında rafz ve ilhâd suçuyla kılıçtan geçirildi. Bizim mutaassıp ulemâmız rafz ve ilhâd konusunda bizi haberdar etmediler. Sultanı dahi gafil avladılar. Bu günahsız insanların kanlarının dökülmesine sebep oldular. Müslümanları öldürmemiz için bizi tahrik ettiler. Ezan-ı Muhammedi’nin beş vakit okunduğu, Kur’an’ın okunduğu, namaz kılınıp orucun tutulduğu ve la ilahe ilallah muhammeden resulullah sözünün dillerden düşmediği bir memlekette insanlar hangi şer’î gerekçeyle öldürülür?

Eğer eli açık namaz kılmak, ezanda eşhedu enn Aliyyen Velilullah ve haya alâ hayrü’l-amel demek şer’e aykırı ise neden Şafiîler bazen elleri açık bazen kapalı namaz kılıyorlar. Eşhedu enn Aliyyun Velillullah gerçi bidattır; ama mescide minare yapmak gibi güzel bir bidattır. Hepimiz de Ali’nin Veliyullah olduğunu biliyoruz.

Bizim müezzinlerimiz de sabah ezanında haya alâ hayrü’l-amel diyorlar. Gerçek şu ki biz İranlılarla savaşmayacağız. Bizim savaşımız ancak mülkümüzde olur. Bu viran olmuş memleket bu kadar kanın akmasına değmez. * Sultan bu arîzadan oldukça etkilendi ve bu mesele hakkında ulemâdan fetva istedi. Sûfîoğlu’nun girişimiyle İran’da yayılan bu mezhep batıl mıdır yoksa hak mıdır? Ulemâ ise yazılı olarak şu cevabı verdi: “Ulemânın ve ehl-i sünnetin nazarında bu mezhebin Kur’an ve sünnete aykırı olduğu doğrulanmıştır. Bundan dolayı batıldırlar ve sapkındırlar.

Müslümanlardan her kim bu yola girer ve onu takip ederse mürted olur. Mürtedlere gereken cezayı vermek ve böyle nahak bir mezhebin İslam ülkesinde yayılmasını engellemek İslam padişahına vâciptir. Tanrının kelamı olan Kur’an’ı onlar sonradan ortaya çıkarılmış, yaratılmış olarak görürler ve onun mana-yı şerifini yorumlarlar.

Ehl-i sünnetin ve şeriatın kabul etmediği şeyleri yerine getirirler. Bu zıddiyeti vacip addederler ve Şeyheyn-i Zü’n-nureyn’i gâsıb-i hilâfet ve mürted kabul edip onlara hakaret ederler. Ümmü’l-müminin Ayşe’yi türlü iftiralarla karalar ve ona lanet ederler. Ashâb-ı kirâma, aşere’yi mübeşşereye, ashab-ı sofaya hakaret ederler. Ehl-i sünneti kâfirden daha aşağı tutarlar. Pak Müslümanların malını, canını ve ırzını kendilerine helal kabul ederler. Haramları helâl, helâları da haram addederler. Kur’an’ın hükümlerini de değiştiriyorlar.” *

Sultan Selim bu fetvayı askerlere okunması için orduya gönderdi. Yeniçeriler görünüşte dinmişlerdi, fakat içten içe “biz bu sözleri yeni işittik ve sebepsiz yere İranlılarla savaşmak istemiyoruz” diyorlardı. O gece Sultanın otağına üç ok fırlattılar. Oklar çadırı delmişti. Her ne kadar suçluları aradıysalar da bulamadılar.”11.

Bu girişim Sultan’ın geri dönmesinde etkili olmuştur. Ancak onu yönlendirenler İdris-i Bitlisi’ye gün doğmuştur. Yavuz’a yazdığı “Selimşahname” eseriyle de etkili olmuş Türkmen kırımı sonrası onların köyleri, bağlar, bahçeleri, yurtları, yavuz tarafından “boş ferman” lar imzalayarak İdris’e gönderilerek istediği taraftarlarına dağıttırılmıştır.

“TD 64’te Ruha Sancağı’na 190 köyün kayıtlı olduğu görülmektedir. Bunlardan 53’ü meskûn olup, 137 köy nüfusu bulunmayan “virân” köylerdir. Viran köyleri, mezra mütalaa etmek lazım geleceği için onlar o tasnif içinde değerlendirilmiştir. Yalnız bu yerlerin ilk bakışta çok büyük bir nispeti ifade ettikleri fark edilmektedir. Öyle ki toplam köy sayısının o/o72’si yerleşme sahası olmaktan çıkmıştır.

Bunun sebebi daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı- Safavi mücadelesi sırasında bölgenin fevkalede mutazarrır olmuş olması ve ahalinin dağılmasıdır.”12.

“Çaldıran zaferinden sonra, İdris-i Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa’nın gayretleriyle Osmanlı hakimiyetine kazandırılan Güney Doğu Anadolu’da yine onların çalışmaları ile Diyarbekir merkez olmak üzere Musul, Diyar-ı Rabia, Muzar, ve Bitlisi de içine alan gayet geniş bir vilayet teşkil edilmiştir. Bölgenin idari teşkilatının da dorudan doğruya İdris-i Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa tarafından tamamlandığı anlaşılmaktadır.

Bu hususta İdris-i Bitlisi’ye boş “ahkâm kağıtları” gönderilerek sancak tevcih edilen beylere yollanması istenilmiştir. Bunların 22’si berat, 1’i beylerbeyi beratı, 7’si istimalatnâme olmak üzere toplam 30 adet olduğu anlaşılmaktadır.”13 *

İşte bütün bunların üzerine İdris-i Bitlisi Şah İsmail taraftarı Türkmenlerin viran edilen veya meskûn olan yurtlarını istediği kimselere dağıtır, halen durumun farkında olmayan padişah için “çevir kaz yanmasın, padişah uyanmasın” sloganı ile bu öngörüsüz padişaha övgü olarak yazdığı “Selimşahname” adlı eserinde de şöyle der:

“Yavuz Selim’in Safaviler üzerine yürümeden Anadolu’da Şah İsmail’i destekleyen, ona hem lojistik destek hem de asker vererek Türkmen Alevileri “yediden yetmişe” tespit ettirdiği ve “kırk binini öldürttüğü” bugün “Osmanlıcı ve özellikle Yavuz’cu” bazı çevreler tarafından, “Canım, bu iddia yalnızca Selimnâme’de var, başka yerde yok, o dönemde bu kadar insan yoktu” şeklinde gerekçelerle reddediliyor.

“XIX. Yüzyıla kadar da “Türk” kavramı “Türkmenler” ya da “Aleviler” için kullanılan bir kavramdır. (Ancak, İdris’e göre bunlar birinci düşmandır.)

Oysa yukarıda aktardığımız gibi İdris’i Bitlisi bu katliamı Selim Şah-nâme’de açıkça yazıyor. İdris-i Bitlisi “zafer gecesini” de büyük “keyifle” yazar:

Gel Saki, eğlence meclisini donat, savaşta düşmanın kanıyla kadehi doldur… Gel Saki, kadehi ele ver. Ver de kılıç, düşmanın kanıyla sarhoş olsun… Gel eğlence gecesi kadeh içelim. Şarabı düşmanın kanı gibi iç…”14 *

 

*****

KAYNAKLAR:

1- Gregory Abû’l Farac (Bar Hebraeus), “Abû’l-Farac Tarihi”, Cilt:1, TTK Basımevi, Ankara,1987, s.317

2- Necdet Saraç, “Yavuz Selim’in Akıl Babası İdris-i Bitlisi”, Cem Yayınevi, İstanbul, 2013, s.45

3- Mehmet Akif Tural, “Saltanatın Otopsisi veya Milli Hâkimiyet Yolunda Çekilen Çileler”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi Hoca Ahmet Yesevi Özel Sayısı, AKDTYK., Ankara, 1995, s.990; Faruk Sümer, “Yavuz Selim Halifeliği Devraldı mı? Belleten, s.217, Ankara, 1992, s.685.

4- Şevket Beysanoğlu, “Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi”, Cilt:2, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, Ankara, 1996, s.490-491; (Şekil 16, Nu.5)

5- Şevket Beysanoğlu, “Anıtları ve Kitâbeleri İle Diyarbakır Tarihi”,Diyarbakır Büyükşehir Bel. Cilt:2,s.531-533

6- Ahmet Nezihi Turan, “XVI. Yüzyılda Ruha (Urfa) Sancağı), Şurkav Yayınları:27, Şanlıurfa, 2005, s.158

7- Nejat Birdoğan, “Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik”, Hamburg Alevi Kültür Merkezi Yayınları,2000, s.208; “Melik Şah” sözünün Kürt dilinde “Melkiş” biçiminde değişmiş olması muhtemeldir.” (Şeref Han, “Kürt Tarihi”, Çvr. M. Emin Bozarslan, İstanbul, 1990, s.189).

8- Şevket Beysanoğlu, “Kültürümüzde Diyarbakır”, San Matbaası, Ankara, 1992, s.130

9- Seyfi Başkan, “Ankara Hacı Bayram-ı Veli Camii ve Türbesi”, T.C. Kül. Bak. Yay 2026, Ankara,1998, s.63

10- Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu, “Hacı Bayram Veli”, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 2005, Yayınları, s.26 2

11- Haz: Vural Genç, “İranlı Tarihçilerin Kaleminden Çaldıran 1514”, Bengi Yayınları, İstanbul, 2011, s.142-43-44; İnkılabü’l-İslam, Milli Kütüphane El yazması Nüsha, s.203-216-217-218-219; Yeniçeriler Çaldıran Savaşı’nda “Padişah’ın otağı çevresinde kümelenerek isteklerini kabul ettirmek için yüksek sesle aralarında konuşmaya, bağırmaya başladılar. Hemen atına binen Sultan Selim Yeniçerilerin aralarına girdi ve gürledi: ‘Benim sadık kullarımın konuştukları dil bu mu? İtiraz etmeden iteat edenler, bu mudur iteat etmek? Aranızda karılarını ve çocuklarını görmek isteyenler varsa geri çekilsinler! Korkaklar, Allah yolunda kılıç ve yay kuşanmış cesurlardan serbest ayrılsınlar! Bana gelince, ben buraya utanç içinde geri dönmek için gelmedim.’ Dedi ve “Yavuz Sultan Selim hiddetini yalancı bir acıma duygusu altında gizledi. (Alphonse De Lamartine, “Osmanlı Tarihi”, Cilt 1, Çvr: Serhat Bayram, Sabah Copyright, İstanbul, 1991, s.374-377; Bkz: Joseph Von Hammer, “Osmanlı Tarihi”, Çvr: Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Cilt:1, M.E.B., İstanbul, 1991, s.378); Aslında Yeniçeriler’ in savaştan vazgeçmelerinin altında yatan asıl sebebin, yeniçerilerin savaşa gittikleri Safaviler Devlet Başkanı Şah İsmal’in, Alevi-Bektaşi Yedi Ulu ozanlarından “Hatayî” olduğunu sonradan öğrendikleri bilinmektedir.

12- Ahmet Nezihi Turan, “XVI. Yüzyılda Ruha (Urfa) Sancağı”, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2012, s.38-39

13- Mehmet Emin Üner, “Osmanlıdan Cumhuriyete Urfa Tarihi”, T.C. Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları: 62, Navi Medya, Ankara, 2009, s.22; * Mehmet Ali Ünal, “Osmanlı Devri Üzerine Makale-Araştırmalar”, Isparta, 1999, s.170-171.

14- Necdet Saraç, “Yavuz Selim’in Akıl Babası”, Cem Yayınevi, İstanbul, 2012, s.86-87-142

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum